Dışarıda ödünler, içeride sertlikler dönemi
Türkiye’de 22 yıldır iktidara çöreklenen siyasal İslamcı hareketin temsilcileri halkın emperyalizm düşmanlığının farkındadır. O nedenle NATO’cu olmakla birlikte bunu pek açıkça ifade etmemeye çalışır.
NATO yeni genel sekreteri Mark Rutte, Türkiye temaslarından memnun ayrılmış. Sevinmeli miyiz? Sevinenler var elbette, hem de azımsanmayacak ölçüde. Yalnızca Saray yönetimi, bakanlar ve güvenlik-savunma bürokrasisi değil, külliyen NATO’cu olduğunu kanıtlamaya birinci derecede önem veren iktidardaki-muhalefetteki düzen siyasetçileri de elbette buna dahil. Bilumum liberalleri hiç saymıyorum bile.
Ama topluma soracak olursanız orada ciddi bir emperyalizm karşıtlığı bulursunuz ve “emperyalist güçler” denilince başta ABD ve NATO’nun dillendirildiğini görürsünüz. İsrail’in de bu güçlere dayanarak Gazze’yi dümdüz ettiğini, Lübnan’da katliamlarını bu cüretle ve destekle sürdürdüğünü toplumun bildiğini fark edersiniz. Bu bilinç, tarihsel mirasını anti-emperyalist bir Kurtuluş Savaşı’ndan alan bir toplumun genetik haritasına işlenmiştir, onu söküp atamazsınız.
Türkiye’de 22 yıldır iktidara çöreklenen siyasal İslamcı hareketin temsilcileri de elbette bunun farkındadır. O nedenle NATO’cu olmakla birlikte bunu pek açıkça ifade etmemeye, ABD’ye ve Batılı güçlere zaman zaman kof çıkışlar yapmaya, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü’yle yakınlaşma manevraları üzerinden sözde dış politikada (Abdülhamidvari) “dengeli ilişkiler” kuruyor gözükmeye, yüzlerine bulaştırdıkları Çin ve Rus füzeleri maceralarını yeni ödünlerle telafi etmeye çalışırlar.
AKP’NİN ÜÇ DÖNEMİ
Birinci dönem 2002-2010 arasındaki iktidara yerleşme yıllarıdır. Bu dönemde siyasal İslamcı rejimin yumuşak yüzü pazarlanmış, Kemalist-militarist geleneğe karşı mücadele eden bir demokratik-muhafazakâr kimlik kisvesine girilmiş, gerçekte cumhuriyet kurumlarına, güçler ayrılığına, laikliğe karşı aşındırma girişimleri durmaksızın sürdürülmüştür. 1 Mart 2003’te TBMM’de ABD birliklerinin Güneydoğu Anadolu’dan Irak Savaşına yeni bir cephe açmasının reddedilmesi üzerine, hem iktidarın ABD’den özür dileme/yaranma (deliğe süpürmeyin, kullanın”) politikaları zirve yapmış hem de yasamanın bu istisnai çıkışının tekrarlanmaması için önlemler alınmıştır: Orta erimde iktidar partisinin milletvekili, bakan ve MYK profili değiştirilmiş, uzun erimde ise başkanlık rejiminin tohumları atılmıştır. 2007’de bu rejimin gerçek kimliğini erkenden fark eden cumhuriyetçiler Cumhuriyet mitinglerini düzenlerken, AB çevreleri ve liberaller bunu zemin kaybeden Kemalistlerin çırpınışları olarak olumsuzlamışlardır. 2007’de Meclis’te Cumhurbaşkanı seçimindeki nisap sorunları, aynı yıl Anayasa’nın tek dereceli Cumhurbaşkanı seçilebilmesi (dolayısıyla tek adam rejimi) doğrultusunda değiştirilmesinin gerekçesi yapılmıştır. 2008’de AKP’nin “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline gelmek” davasının kapatılmaya götürmemesi, AKP’nin dolu dizgin laiklik karşıtlığı yapacağı yeni bir dönemin kapılarını açmıştır. Aynı dönemde FETÖ ile birlikte TSK’nın cumhuriyetçi kadrolarının tasfiyesine yönelik Ergenekon davalarıyla rejimin konsolidasyonu başlatılmıştır. 2010’daki anayasa referandumuyla da yargı sisteminin iktidardaki dinci tarikat koalisyonu tarafından ele geçirilmesine yol açılmıştır. Sonuçta AKP, devleti fethetme sürecinde ABD ve AB’yle en tavizkâr ilişkileri kurarak meşruiyetini pekiştirmeyi başarmıştır.
İkinci dönem, 2010-2016 arasındadır. Bu dönemde 2009-2015 yıllarını kapsayan Kürt açılımının zirvesine 2015’te varılırken bu sürecin çöküşü de aynı yıl yaşanmıştır. Aynı dönemde 2013’teki Gezi Direnişi’ne iktidarın çok sert müdahaleleri Batı’daki desteğini önemli ölçüde –uluslararası çıkar ilişkileri hariç– yitirmesine yol açmış, aynı yıl sonunda 17-25 Aralık FETÖ operasyonuyla iktidarın yolsuzluklarının sergilenmesi, başbakanı kurtarmak için dört bakanın istifaya zorlanması ama meselenin soruşturulmasının engellenmesi, vs Batı’da itibar kaybını zirveye taşımış ve iktidarın dışa karşı ödüncü politikalarını pekiştirmiştir. Ama ekonomi henüz çok sıkışmamıştır ve 2014’te Erdoğan’ın doğrudan Cumhurbaşkanı seçilmesiyle iktidar siyasetçilerinin özgüvenleri artmıştır. Ancak Haziran 2015’te AKP’nin Meclis çoğunluğunu kaybetmesi yeni bir dönemin işaretidir. 15 Temmuz 2016’da AKP’nin koalisyon ortağı FETÖ’nün darbe girişimi bu dönemi sonlandıran son fırça darbesidir.
Üçüncü dönem, 15 Temmuz olayının “Allah’ın lütfu” olarak tanımlanıp buradan başkancı bir anayasa değişikliği devşirilmesiyle açılmıştır. Devletin partisi MHP, AKP’nin yeni payandası olarak sisteme sokulmuştur. 2017’de yeni Anayasal düzene geçilmesi ve 2018’de Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’nin kurulmasıyla Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesi tamamlanmıştır. AKP’nin 2015’te başlayan oy yitirme süreci ise 2024 yerel seçimlerinde ikinci parti konumuna düşmesiyle yeni bir evreye girmiştir. Ekonomideki yıkımın özellikle emekçi kitlelerde büyük bir toplumsal bunalıma dönüştüğü bir ortamda, siyaseten tükenmiş olması gereken Cumhur ittifakı içerde ve dışarda yeni hamlelere girişebilmiştir. Marazi bir “normalleşme” hamlesini yeni Kürt açılımı izlemiş, muhalefet ise bu işi-bitmiş iktidara yeni bir soluk verme yarışına girmiştir. Dışarda ise NATO’cu kimlik pekiştirilirken ABD seçimleri sonrası Ortadoğu’da yeni fırsatlar çıkabileceği üzerine hesaplar yapılmaya başlanmıştır. Trump yönetiminin Suriye’den çekilebileceği gibi yanlış hesaplara dayansa da bölgede doğacak boşluktan veya olası bir sıcak çatışmadan kazanç sağlama niyetleri (yeniden Türkiye himayesinde Kürt devletleri fantezisi) ve buradan da Cumhur İttifakının iç politikada yeniden vazgeçilmez siyasi güç olarak temayüz etmesi tasarlanmaktadır.
YEREL YÖNETİMLERE BASKI VE GÖZDAĞI
Cumhur ittifakının birinci meselesi yerel seçimleri kazanan muhalefete gücün kendisinde yani merkezî iktidarda olduğunu göstermektir. Yerel yönetimleri çalıştırmamanın, yöneticilerini görevden almanın kendi elinde olduğunu sürekli hatırlatmaktır. İkincisi, merkezî iktidara giden yolun yerel yönetimlerden geçmeyeceğine (bundan böyle geçemeyeceğine) dair bir karşı-algıyı yaratmaktır. Bunun için yerel yöneticileri kriminalize etmeye, onlara itibar kaybettirmeye dönük hamleleri peş peşe gelmektedir ve durmayacaktır. Bu, ana muhalefeti bölmeye, onun DEM ile ittifak kurmasını engellemeye, anayasa değişikliği gündeminde ayrıştırmaya ve DEM’i yanına çekmeye, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefetin ortak aday çıkarmasını önlemeye yöneliktir.
Kayyum atama politikasıyla bir yandan tüm siyasete ve özel olarak Kürt siyasetine kendi güdümünde bir açılıma razı olmazsa neler olacağına dair gözdağı verirken, öte yandan Kürt açılımına mesafeli kendi dinci/milliyetçi kitlesine, “merak etmeyin ben üstlerine de gidiyorum ve benim çizdiğim çerçevenin dışına çıkılamaz” mesajını vermek istemektedir.
Ama yerel yönetimler üzerindeki baskıların akçalı türleri daha az önemli değildir. Mali baskılar, belediyelerin buldukları uygun koşullu dış kredilere onay vermemekten Selçuk/Meryemana örneğinde olduğu gibi otopark gelirlerine bile göz dikmeye, birikmiş SGK borçlarının zorla tahsiline, son olarak büyükşehir belediyeleri başta olmak üzere belediyelerin ve il özel idarelerinin bağlı kuruluşları yanında bunlara ait “sermayesinin yarısından fazlasına sahip bulundukları tüzel kişilikleri” yani belediye şirketlerini de kapsama almaya kadar uzanmaktadır. (9161 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı, 27 Kasım 2024 tarihli Resmî Gazete).
SONUÇ
AKP’nin birinci ve ikinci dönemi, kendi siyasal meşruiyetini sağlamak adına dışarıya ödünler verdiği, Kıbrıs meselesi ve Kürt sorununda çözümcü rollere soyunduğu ama esas olarak kendi iktidarını pekiştirdiği bir dönem olmuştur.
Üçüncü ve şimdiki döneminde, despotik bir İslamcı rejimin pekiştirilmesi bakımından yeni anayasa değişikliklerine, içerde muhalefetin iyice susturulmasına yani dinci-faşist bir rejimin içte ve dışta onaylanmasına ihtiyaç duymaktadır. İçerde devlet şiddetiyle tepkilerin bastırılması, henüz yanında durmayan sermaye kesimlerine başka seçeneğinin olmadığının gösterilmesi, dışarda ise bölgeye yüklenebilecek emperyalizme beklediğinin ötesinde tavizler vererek “aşırılıklarının” hoş görülmesi yollarını deneyecektir. Bu koşullarda iktidarın kendisi bir ulusal güvenlik sorununa dönüşmüştür. Muhalefet ise iktidarı dizginleyebilecek çapta değildir.