Google Play Store
App Store

Halk hareketine imza atmanın öz sevincini, öz kutlamasını, öz kıvancını yaşamıştık. Belli bir örgütü, komitesi, lideri olmadan milyonlarca insanı büyük bir kararlılıkla harekete geçiren eylemin örneği sadece burada değil, dünyada da görülmemişti.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Boynu bükük selam
Çizim: Kemal Gökhan Gürses

Zafer ARAPKİRLİ / Gazeteci

Sevgili yiğit Gezici dostlarım,

Sizlere “dışarıdan” bu mektubu yazarken, utanç verici bir asimetrinin “rahatsızlık verici” tarafında olduğumun bilincindeyim. Milyonlarca başka Gezici ile birlikte.

Bu asimetrinin nedeni o kadar açık ve o kadar somut ki...

Sizler orada, en sevdikleriniz başta olmak üzere bütün “Gezici” kitle ve dünyanın geri kalan kesimi ile iletişiminizi belli bir takvim ve saat kısıtlaması ile gerçekleştirebilirken en değerlilerinize bile kısıtlı zaman sürecinde dakikalarla sınırlı olarak sarılabilir ve koklayabilirken biz burada ceberut rejimin tüm baskılarına rağmen en azından görece bir özgürlük ortamında istediğimiz zaman bunları yapabiliyoruz.

Bunun, ne kadar rahatsız edici bir şey olduğunu tabii ki siz de hissediyorsunuz ama emin olun dostlar, biz aynı derecede rahatsızlık verici bu duyguyu hissetmekle de kalmıyor, utancı altında ezim ezim eziliyoruz.

***

Çünkü sizlere karşı boynumuz eğik.

Çünkü sizleri alıp o duvarların ardına kapatmalarına engel olamadık.

Çünkü o gün Çağlayan’a bile binleri, on binleri, milyonları yığamadık.

Çünkü 800 günü aşkın bir süredir o duvarları yıkıp sizleri annelerinize, babalarınıza, kardeşlerinize, sevgililerinize, evlatlarınıza yeniden kavuşturamadık.

Çünkü rejimin iğrenç aleyhte propagandalarına karşı, sizler hakkındaki gerçeği, hepimizin göğüslerini kabartan haklılığınızı ve masumiyetinizi yeterince duyuramadık.

Çünkü klavye başında ve maalesef küçük ve faşist propagandaya oranla maalesef cılız ses çıkarabilen bir direnişle, gücümüz yetmedi.

Oysaki bu “dünyanın en haklı direnişini” gümbür gümbür gerçekleştirebilecek gücümüz olduğunu hepimiz biliyoruz.

O gücü, 2013 Haziran’ında tüm gezegene göstermiştik.

Öyle bir göstermiştik ki, rejime o gün atılan tokadın sesi Çin-ü Maçin’den duyulmuş, çıkardığımız sesin, yüksekliği karşısında kendimiz bile zaman zaman hayretler içinde kalmış ve “Yahu neymişiz biz” demeye başlamıştık kendi kendimize.

Öyle bir vurmuştuk ki ayaklarımızı Gezi Parkı’nın zeminine, Edirne’den Ardahan’a Sinop’tan Mersin’e İzmir’den Van’a kadar “sert adımlarla yer gök inlemişti.”

Cumhuriyet tarihinin bu topraklarda gördüğü en onurlu, en yaygın en katılımcı ve en çok ses getiren halk hareketine imza atmanın öz sevincini, öz kutlamasını, öz kıvancını yaşamıştık.

Belli bir örgütü, bir komitesi, bir lideri, bir yönlendirici organı olmadan milyonlarca insanı böylesi büyük bir coşku ve kararlılıkla harekete geçiren bir yaygın kitlesel eylemin örneği belki sadece bu topraklarda değil, dünyada görülmemişti.

Tarih içinde tartışılır belki ama tüm olumlu yönlerine karşın ben hala “Keşke örgütlü, keşke kolektif bir liderliği olan, keşke belli bir takvimi ile programı olan ve ille de güçlü bir sosyalist hareketin önderliğinde bir direniş olaydı” diyenler arasındayım.

Her şeye rağmen artılarının, kayıplarından daha fazla olduğuna inananlardanım aynı zamanda. Çünkü Gezi, bu ülkenin halkına “gücünün farkına varma fırsatı” vermesi açısından tarihe düşülen önemli bir nottur.

Çünkü Gezi’den sonraki yıllarda “Gezi’yi hunharca bastırsa da, tekrarlanmasına ve hatta yıldönümlerinde orada toplanılmasına izin vermemesi” ceberut rejimin yüreğine devasa bir korkunun yerleşmesine neden olması açısından çok önemlidir.

Çünkü bal gibi biliyorlar o parkın adını aklına getiren herkesin, “nelere kadir olduğumuzu da birlikte hatırladığını.”

***

İyi de...

Bizler, yani o tarihi yazanlar, aradan geçen 11 yılı aşkın süre içinde bu kıvancı ve “nostaljik onuru” yaşamanın haricinde neler yapabildik?

Belki, çok sayıda büyük şehirde iktidarın el değiştirmesini, ülke genelinde rejimin giderek her bir sonraki seçimde daha da güç kaybetmesini sağlayabildik. Belki fabrikalarda, tarlalarda, kampüslerde, sokakta, meydanda bir kısmımız daha güçlü haykırabilmeyi başarabiliyoruz.

Ama 2013 Haziran’ının “desibel” düzeyine ulaşmaktan çok uzağız hâlâ.

O yüzden, o şanlı Haziran’ın bedelini “münferiden” ödettikleri siz yiğit dostlarımıza karşı da, o direnişte hayatlarını yitiren yiğit evlatlarımıza karşı da, daha da büyük bir mahcubiyet içinde hissediyorum bunları yazarken.

O bedeli kolektif biçimde ödeyememiş olmanın ezikliğini yaşıyorum bu cümleleri kurarken.

Çok ilginçtir... Rejim muhafızı faşist ve ezik troller, kimi zaman sizlere destek amaçlı paylaşımlarımıza küfürlü yorumlar yazarken “Seni de onların yanına kapatalım Kirli Zafer” diye çemkiriyorlar ya... Açık söylemeliyim, kimi zaman “Can’ı bırakın beni alın onun yerine” demek istiyorum. Çünkü Şükran Hanım ve Mustafa Ağabey’e karşı da en az o kadar mahcubuz. “Tayfun’u salın, beni alın onun yerine. Çünkü Vera ve Meriç’e karşı da en az o kadar mahcubuz.” Çiğdem, Mine ile Osman’ın sevdiklerine ve özleyenlerine karşı da.

Ama tüm mahcubiyet ve yürek burkulmalarımıza, tüm öfkemize rağmen, devrimci umudumu ve kararlılığımı asla unutmadan, sizleri o duvarların arkasından, yine İstanbul’un lodosunu, poyrazını, soğuğunu sıcağını, kirli havasını bile doya doya içinize birlikte çekebileceğimiz günlere kavuşturma azmimi yinelemek istiyorum.

Asla enseyi karartmadan, iğdiş edilmiş hukuka ve faşist ayak oyunlarına rağmen, sizleri hak etmediğiniz o zindandan çıkaracağımız günlerin yakın olduğunu da biliyorum.

Daha yüksek sesle bağırmaya, daha çok çalışmaya söz veriyorum.

O güne kadar, hasretle kucaklaşacağımız o güne kadar kendinize iyi bakın.