Mesela yazabilsem Mücella'ya TV dizileriyle ilgili uzun sohbet mektupları yazardım. Yargı'nın yeni sezonu başladı Mücella, izleyebiliyor musun bilmiyorum. Çok karıştırdılar senaryoyu, bakalım içinden çıkabilecekler mi?

Dışarıdan içeriye mektuplar: Mesela insane
Mücella Yapıcı’nın 2015 Mart’taki ön seçim döneminde Melda Onur’a destek fotoğrafı.

Melda ONUR

İçeriden dışarıya bir mektup nasıl olur biliyorum. TBMM'de olduğum dönemde yüzlerce geldi. Çeşitli kağıtlara kimi inci gibi yazılarla özene bezene yazılmış mektuplardı bunlar. Gönderenin çizim yeteneği varsa, mutlaka mektubun yanında küçük bir beyaz kâğıda çizilmiş bir karikatür olur. Konusu, mesela tahliye edilmesi gereken hasta bir tutukludur ya da duruşma davetiyesi yapar özenle, tarihini koyar, "Bekliyoruz" der. Düğün davetiyesi gibi. Bazen hak ihlalleri sıralanır, o ihlallere yanıt olan kurum yazısı vardır ilişiğinde, soğuk yüzlü, bilgisayar çıkışlı. Her santimetre karesi dolu dolu kullanılmış bu kağıtlar birbirlerini ite kaka küçücük zarfın içine sıkışır. "GÖRÜLDÜ" damgasıyla alıcıya ulaşır.


Ama dışarıdan içeriye bir mektup nasıl olur bilmiyorum. Çünkü hiç yazamadım, hiç gönderemedim. Ne yazacağımı hiç bilemedim. Ama teşebbüs etmişliğim çok. Yarım kalmış mektuplarımın bir kısmı duruyor. Başlamışım beğenmemişim, bırakmışım; başlamışım, "kasvetli oldu" diye koymuşum kenara, başlamışım "bu da fazla neşeli" diye buruşturup atmışım. Bazen kendim bile okuyamadığım el yazımı eğip bükerek okunaklı hale getirmeye çalışmış ama gözümün önüne o dikey, yatık, bombeli basık, ince uzun ama hepsi inci gibi dizili kelimeler, cümleler gelince bırakmışım.

Aslında hepsi bahane, beni cezaevine mektup hep çok korkutur. Bilir bilmez bir kalem yarası açma korkusu, olur olmaz zaten birikmiş özlemleri kabartma korkusu, kaba saba bir halden anlamama korkusu... Ne derseniz deyin. Zira üçüncü paragrafa geldim, anlayan anlamıştır daha konuya giremediğimi. Sevgili Avukat Evren İşler'e bu yazamama halimden dertlenip “Tutuklu arkadaşlar rüyalarıma giriyor” dediğimde, bana gülerek “Klasik mektup formatı olması şart değil, mesela gördüğün rüyayı yaz, yaz aklına geleni yaz” demişti.

O halde şu duygumu yazarak başlayım: Geçtiğimiz günlerde Mine Özerden'in "Çiğdem'in Doğumgünü Pastası" mektubunu okuduğumda, dışarıdan içeriye hiçbir mektubun, bu sadeliğe ve tada yaklaşamayacağını düşündüm. İçerideki pastanın lezzeti dışarıdan dahi hissedilirken, dışarıdan en usta kalemden çıkmış bir mektup içeride yavan kalır.

Mesela yazabilsem Mücella'ya TV dizileriyle ilgili uzun sohbet mektupları yazardım.

Yargı'nın yeni sezonu başladı Mücella, izleyebiliyor musun bilmiyorum. Çok karıştırdılar senaryoyu, bakalım içinden çıkabilecekler mi? Kriminal dedikleri tür diziler yabancı dijital kanallarda çok popüler, yeni nesil senaristler bu dizileri çok izliyor olmalı diye düşünüyorum. Savcı profilleri, hâkim, avukat profilleri bazen "Evet ya böyle hakikaten" dedirtirken, "Yok artık daha neler" diye de söyletiyor. "Sayın savcım" kelimelerini her duyduğumda aklıma sen geliyorsun. Niye biliyor musun, Silivri'deki Gezi davası duruşmasında mahkeme başkanı hâkime bir an "Sayın savcım" demiştin. O da "Ben savcı değilim" demişti. Sen de "Haklısınız, birden öyle çıktı ama savcı gibi soruyorsunuz" dedin. O da "Evet savcılıktan geliyorum belki ondan" diye açıklama ihtiyacı duymuştu.

TV dizilerini izleyenler iki saatlik sürede Twitter da karşılıklı yorumlaşır. Mücella ile de çok yorumlaşırdık. Çok özledim Mücella... Bir tane televizyonunuz vardır, peki Çiğdem sen izliyor musun? Sinema sektöründen gelenlerin dizilere bakışı farklıdır herhalde. Bizler sıradan izleyicileriz. Çiğdem, galiba yeni senaristler seçtikleri kitaplarla edebiyatı dizilerde daha görünür kılar oldular. Bundan uzun bir süre önce ablamla dizi izlerken, bir başucu kitabı sahnesi vardı. Ablam "Kesin Küçük Prens" olacak dedi. "Niye" dedim, "Dizilerde hep öyle Küçük Prens okunuyor" dedi. Derken iki üç yıldır Sabahattin Ali kitaplarına rastlıyoruz. Hatta yine bir savcı hikayesi olan Son Yaz'da suçluyu okuduğu Sabahattin Ali'nin kitabına çizdiği alt yazılardan bulmuşlardı. Mesela Evlilik Hakkında Her Şey'de Walt Whitman'ın Çimen Yaprakları vardı. Yargı ise her bölüm başına yazarların, felsefecilerin sözlerini koyuyor bölüme uygun olarak. Ben artık Bertolt Brecht’ten bir sözün gelmesini bekliyorum: Özgürlük neye yarar, yaşarsa bir arada özgürlerle tutsaklar?

Ahmet Kutsi Tecer'in, bir çocuk şarkısına dönüşmüş "Orda bir köy var uzakta şiiri"ni, hem çok severim hem de sevmem. Sevmeme nedenim, gitmesek görmezsek hiçbir köyün aslında bizim olamayacağına inancımdır, öyle de olmadı mı? Ama dostluklarım için çok severek kullandığım bir teşbih. Mesela "Orda bir Can var uzakta, gitmesem de görmesem de, telefonun ucunda, derdimi çözer, sorumu cevaplandırır" yani her derde deva dostlardan biri... " Gerçekten de bazı dostlarınız vardır görüşememek aranızda aşılmış bir sorundur. Yani teklifsiz ararsınız, teklifsiz karşılanırsınız. Öyle biri Can.

Ve Can sen tutsakken kendi adıma söyleyebilirim ki, çok eksiğim. Elmas teyze, Gülfidan, Ahmet Yetim, Bagir, Mısra, Zeliha, Merve Nur gibi anlatmam da mümkün değil. Ne yapalım herkesin Can'ı kendine... Ben de bildiğim gibi anlatayım seni sana. Senden sonra herkes Can oldu sanki, bütün avukatlar, yani benim tanıdıklarım. Sanki bir Can'ı almakla bitmez der gibi. Sanki herkes cübbesini çıkarıp seninkini giydi. Şimdi bu cümleler öyle beylik, güzel laf kurma kaygılı sözler olarak görünmesin. Enerjin, heyecanın, öfken cübbelere işledi sanki. (Bu da çok bilim kurgu filmi benzetmesi gibi oldu). Neyse belki kendimi ifade edemedim ama zaten mektup da böyle bir şey, kendini ifade edememek. O annemin yaptığı kayısı reçelini sana yediremedim ya, annem "Yiyemedi çocuk reçeli" diye dertlendi ya, kayısı reçeli festivali yapacağız söz.

Ege ve Vera da yiyecek o kayısı reçelini...

İnsan göremediğini gözünde canlandırır ya. Galiba benim gözümün önüne gelen en uyumlu ikili Hakan ile Tayfun oldu. Sanki çocukluk arkadaşıymışlar gibi... Sanki ilk sigaraya birlikte başlamışlar gibi. Sanki mahallede büyümüşler de yolları üniversitede ayrılmış, yaz tatillerinde karşılaşmalar seyrekleşmiş ama hiç unutulmamış gibi. Ama düğünlerde buluşulmuş, doğumlarda birlikte neşelenmiş, doğum günü pastaları birlikte kesilmiş gibi. Oysa hiç tanışmamışlar davadan önce. Bense onlara bir albüm doldurdum. Albümün son fotoğrafı Can, Vera ve Ege kayısı reçeli yerken olacak. Sonra Hakan'la Boğaziçi Siyaset Okulu'nda yaşadığım o şahane anıyı anlatarak keyifleneceğiz. Ne demişti TBMM Danışmanı gençler; "TBMM'deki 500 milletvekilinin bütün danışmanlarının çalışmayı hayal etiği tek vekil sizsiniz"

Sevgili Osman Kavala, sizi 1990'lı yıllarda, DEİK'te Polonya İş Konseyi Başkanı'yken tanıdım. Sanayi, reel sektör, dış ekonomik ilişkiler gibi alanlara bakan ekonomi muhabiriydim. Siz bizim kulis kahramanımızdınız. Yani basına kapalı toplantılarda içerde neler olup bittiğini öğrenmek için yapıştığımız kapılardan çıktığınızda, bize kıyamayıp üç beş kelime ile haberlerimizi kurtaran kişiydiniz. Yaşam mücadelenizde daha pek çok kişiyi, kurumu, kültürü, insanlığı, çevreyi kurtarmaya çalıştığınıza yakından, uzaktan tanık oldum. Bu olmalı suçunuz. Her dönemin suçu insanlığınız. Size ne yazılır ki... Gandhi'nin “The greatness of humanity is not in being human, but in being humane” sözünü layıkıyla çevirecek human/humane farkını bir harfle anlatan kelimemiz olsaydı. Mesela İnsane.