Google Play Store
App Store

Günümüz toplumunda karamsarlık hâkimdir, distopik bilimkurguların popüler olması “mutluluk” sorunsalıyla ilgilidir.

Distopik kâbuslara hoşgeldiniz!
Fotoğraf: Unsplash

Esra İlkay İşler - Prof. Dr.

“Biz de rüyaların yapıldığı şeyden yapıldık… 

Ve bir uykuyla sona erer küçük hayatlarımız” 

William Shakespeare, Fırtına  

Ne yazık ki çağımız distopik kurgu için verimli bir toprağa sahiptir. Zira gündelik hayatını yaşayan sıradan insanlar olarak bizler, bulunduğumuz sınırlar içinden kendimizi kurtulamayacağımızı hissederiz çoğu zaman ki bu, distopyaların da en önemli özelliğidir.

Eutopia yani “ütopya” (esasında outopia olmayan yer demek) antik Yunan’da her şeyin ve herkesin mükemmel bir uyumla çalıştığı bir evren/dünya anlamına geliyor, dolayısıyla -dys ön ekiyle olumsuzlanan dünya diğerinin tam tersidir. Bir başka şekilde söylersek, ütopya herkes için her şeyin iyi olduğu bir hayalken distopya herkes için her şeyin kötü olduğu bir kâbustur. Gözlerimiz açık hayal ettiğimiz kolektif bir rüya, daha doğrusu en kötüsünden bir kâbus, bir karabasan. Peki, o halde neden hep beraber iç ferahlatan, umutlu güzel şeyleri değil korkunç bir toplumu ve geleceği hayal ediliyoruz?

Ütopya olmasaydı, distopya da olmazdı. O halde ütopyanın nereden çıktığını ve politik felsefesini hep beraber hatırlayalım. Bilindiği üzere ilk ütopyalar kelimenin en geniş anlamıyla komünizmin tarihiyle yakından bağlantılıdır. Karl Marx ve Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’sunun yayınlanmasından birkaç yüzyıl önce, Rönesans’ın ütopyaları kolektivist toplum modellerini önermekteydi. 16. yüzyıl İngiltere’sindeki topraksız köylülerin sefil kaderiyle ortaklaşan ve özel mülkiyeti zamanının talihsizliklerinin ana nedeni olarak gören Thomas More, temel özelliği bireysel mülkiyete meydan okuyan bir toplum tasarımı olarak Ütopya’yı yazdı. Aynı çağın bir başka ütopyacı yazarı Tommaso Campanella ise Güneş Ülkesi’nde kolektivist sistemi tasarlamaktaydı. 19. yüzyılda ütopyalar, Saint-Simon, Robert Owen ve Charles Fourier gibi isimlerin katkılarıyla daha pratik bir hal aldı. Edebî ütopyalar eşitlikçi, özgürlükçü, mülkiyet ilişkilerinin getirdiği sınıf sistemini reddeden yeni bir toplumu hayal eden bir tür olageldi. Liderleri tarafından tam bir yetke ile yönetilen bu dünyanın sıradan halkı için cehennemlerden cehennem beğeneceği bir kurgu tahayyül edilmektedir. Burada daha iyi ve mükemmel bir toplum rüyası söz konusuydu.

İnsan toplulukları üretim biçimi, tarzı ve araçlarındaki değişim feodal toplum ve sanayi toplumunu (daha sonra kapitalizme evrilecek olan) büyük karşıtlıklar ve çatışmalarla yüz yüze getirdi. Dolayısıyla bu durum distopyaların doğuşuna yol açtı. Kapitalizmin egemen bir sistem olarak tarih sahnesinde yerini alışı, ütopyaları hayal eden Tarihsel materyalizm epistemolojisinden çıkan Sosyalizm, Komünizm ve Marksizm gibi fikir akımlarını eleştirenlerin distopyaları kurmasıyla sonuçlandı. Örneğin Yevgeny Zamyatin’in Biz adlı eseri 1920’de yazıldı. Ancak Sovyet Devrimi’ni eleştiren eser sakıncalı bulunarak 1924 yılında İngiltere’de basılabildi. Henüz emekleme aşamasındaki Sovyet toplumunu Zamyatin, aşırı şeffaflaştırılmış hayatları birbirinin aynısı olan, bireylerin sadece numaralarla adlandırıldığı camdan bir hapishane gibi tasvir etmekteydi. Anlatıda halkını eşitlik ve rasyonellik adına organize eden, kontrol eden, seçim ve mahremiyet haklarını kaldıran devlet ve yöneticilerini de eleştirmekteydi. Bu eserden aldığı ilhamla 1984’ü yazan George Orwell ise romanında Stalinist rejime ve onun küresel çapta genelleştirilmesi tehlikesine saldırmaktaydı. Orwell’in, kâbus olarak hayal ettiği dünyada Okyanusya’nın kısaca “Parti” olarak adlandırılan kişilerce yönetilmesini, resmî doktrine “angsoc” (İngiliz Sosyalizmi) adının verilmesini, Büyük Birader’in yüzünün Stalin’in yüzüne benzemesini hatırlayalım.

Kitle iletişim araçlarının insanların ve toplumların gündelik hayatta yarattığı değişiklikler, Fordist üretim biçiminin kitle üretim ve tüketimini körüklemesi gibi 20. yüzyılın önemli değişiklikleri, distopya türündeki çağcıl toplumsal korkuları yansıtmaktaydı. Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya ve Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 eserleri bu korkuların nasıl kristalize olduğunu göstermekteydi. Teknolojinin kitabı, okumayı mağlup etmesi, yazılı çağın yerini görsel işitsel bir dünyaya bırakması gibi konular söz konusu korku öğeleridir. Bu dönemde hâlâ, distopya edebî dünyaya ait bir türdü. Yine de ilk distopik filmlerin 1920’den itibaren ortaya çıkmaya başladığı söylenebilir: Örneğin Fritz Lang’in Metropolis’i. Aradaki sinema filmlerini atlayarak sürrealist bir distopya nüvesi olarak David Lynch’in EraserHead filmini ve daha distopik bir dünyayı tasvir eden John Carpenter’ın New York’tan Kaçış’ını saymak mümkün.

Distopya türü filmler aynı türün romanları kadar popülerdir ve bu popülerlik günümüze gelinceye kadar katlanarak artmaktadır. I. ve II. Dünya Savaşı ile yeniden şekillenen yerküremiz ve politik sisteminin sancılarının, hezeyan ve korkularının elbette filmlere yansıyan konuları olması doğaldır. Distopya filmlerinin ortak özelliklerine bakmak bize bu konuda daha açık bir görüş sağlayacaktır:

■ Distopya dünyası halkı aşırı baskıcı, otoriter ve tüm kontrolü elinde tutan genellikle tuhaf, egzantrik liderler tarafından yönetilir.

Yalnızlık ve yabancılaşma hissi esas karakterin öznel duygusudur.

Çevre bilinci olmayan topluluklar hâkimdir. Doğanın katliamı ve doğal kaynakların tükenmesi, çevrenin sağlıklı olmaması sıklıkla görülür.

■ Çocukluk ve ebeveynlik ilişkilerinde marazlar, sağlıklı üreyememe, doğanların hayatına devam etmesindeki elverişsiz durum tasvir edilmektedir.

Topluluk hayatında herkes hem birbirine hem de her şeye uyumsuzdur. Bireyler imkânsız bir dünyanın içinde hapsolmuştur.

■ Bireysel tercihler yapma hakkı yoktur. Bireyler otorite tarafından belirlenen sınırlar içinde yaşamaktadır ve bu otoriteye başkaldırma durumunda izole edilirler.

■ Güçlü, her şeye muktedirken, zayıf her tür olanaksızlığın sefilliğini yaşamaktadır ve hayatı kolayca harcanabilir.

■ Mahremiyet yoksunluğu, özel hayatın gizli olmaması, vatandaşın aşırı şeffaf ama yönetimin mahrem ve gizli kalması durumu söz konusudur.

■ Teknoloji aşırı gözetim ve kontrolle bireyin hayatını cehenneme çevirmektedir.

Karanlık ve korkunç bir toplumu seyrettirme deneyimine rağmen distopyalar insanın öznellik imkân ve sınırlarını sorgulamaktadır. Kahramanların sistemin içinden çıkma macerası insanların kendi hayatlarının gerçeklerine hayalî bir vekâleten yaşama deneyimi sunduğu için sevilmekte ve artan bir popülariteye sahip olmaktadır. Ütopyalar, aklın doğru kullanımıyla toplumların uyumlu bir şekilde düzenlenebileceğine inanır; distopyalar ise aklın insanlara hükmetmek için bir araç olduğuna inanır. Ütopya “insanların elindeki ilahi bir hırs” (Del Percio, 2019), distopya ise “klimalı bir kâbus”tur (Lundwall 1976, 165).

Tolstoy’un “insan neyle yaşar” sorusuna her distopya farklı yanıtlar vermektedir. Eleştirmenler, genellikle distopyayı muhafazakâr ve gerici bir tür olarak görmektedir. Distopya, yazıldığı dönemde tüm hızıyla devam eden ideolojik akımlara karşı çıkarak, statükoyu savunmaktadır ve ilerici projelerin aleyhinedir, eleştiri yapıyor gibi görünse bile örtük olarak mevcut sistemi muhafaza etmeye değer vermektedir (Firchow, Birnbaum, Spindler, Kass, Sontag... vd). Bazı eleştirmenler, bu tür filmlerin nihayetinde muhafazakâr bir şekilde ataerkil yapılara, “toprağa ve onun ahlaki değerlerine dönüşü” ima ettiğini ileri sürmüşlerdir. Genç ve popüler film yıldızlarının başrolde olduğu popüler gençlik romanlarının adaptasyonu olan Açlık Oyunları, Uyumsuz ve Seçilmiş gibi politik distopya filmlerinin gençler tarafından çok sevilmesine dair The Guardian’dan Ewan Morrison: “üç filmin de sağ eğilimli bir siyasi gündem öne sürdüğünü, hükümeti kötülediğini ve ormanda hayatta kalarak her şeyi kontrol eden bir hükümetin gücünden kaçan bireyi yücelttiğini” savunmuştur.

İzleme platformlarında distopyalar çoğunlukla bilimkurgu janrının altında kategorilenmektedir. Ancak her bilimkurgu distopya olmadığı gibi her distopya da bilimkurgu olamaz. Distopyalar asiliği ve kapitalizmi eleştiriyor gibi görünse bile aslında vekâleten yaşama deneyimiyle bireyi sistemde uyumsallaştırmaktadır. Klasik ütopyalar tarihsel materyalist episteme ile: Herkesin refahını, eşitliği, mülkiyetin bozucu etkilerini dışlamaktadırlar.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, günümüz toplumunda karamsarlık hâkimdir, distopik bilimkurguların popüler olması son yıllarda sosyalbilimlerde giderek artan biçimde “mutluluk” sorunsalıyla ilgilidir. Gelecekle ilgili, teknolojik kontrol ve takiple ilgili korkular ve engellenmişlik bizleri ütopyaları okumak yerine distopyaları seyretmeye sevk etmektedir. Belki de bireylerin kendini rahatlatacak pasif bir direnişe, her şeyden kaçmak isteğine dair küçücük bir umuda tutunmaya çok ihtiyacı var…