Halihazırda bir cehennemde yaşıyorken distopya ile gerçekçi eserlerin birbirinden ayrılması mümkün değil. Kabusların geleceğe ötelenmesinin imkânsızlaştığı bir dönemde daha umutlu eserlerin yazılması için başka bir dünyanın da mümkün olduğunu hatırlamamız gerekiyor.

Distopyaların gerçekçiliği

Doğuş Sarpkaya

William Shakespeare’in “yok başka bir cehennem, yaşıyorsunuz işte” dizeleri son günlerde sıklıkla kullandığımız bir kalıba dönüştü. Bunun şaşırtıcı olduğunu söyleyemeyiz. Bir taraftan ülkenin ormanları göz göre göre yanarken diğer taraftan pandeminin etkileri devam ediyor; bir taraftan savaşlar ve yıkımlardan kaçan insanlar için koskoca bir ülke açık cezaevine dönüştürülürken diğer taraftan göçmenlere karşı oluşan linç kalabalıkları dört bir tarafta şiddeti normalleştiriyor. Böyle bir ortamda söz konusu dizenin de çokça duygudaşın dilinde olduğunu iddia edebiliriz. Cehennemin bu dünyada vücut bulduğunu iddia etmenin gerçekçi bir tavır olduğunu da… Senelerdir “yok artık, bu kadar da olmaz” dediğimiz her şeyin gözlerimizin önünde gerçekleşmesi de distopik bir evrende yaşadığımız fikrini doğruluyor sanki.

Bir teoriye göre yaşamın yansıması olan sanat da dünyadaki gelişmelerden payını alıyor. Son dönemde kurmaca türleri içinde en çok tercih edilen janrın distopya olması da normal karşılamamız gereken bir durum. Ütopyacı itkinin gerilemesi, karşı ütopyaların gün geçtikçe popülerleşmeye başlaması sadece şimdinin sorunu değil. Neredeyse tüm 20. yüzyıl savaşlar, kıyımlar, cinayetler, tecavüzlerle doluydu. Aynı zamanda bir umudun harcanışının da yüzyılını yaşadık. Sosyalizmin tarihsel bir dönemi 20. yüzyıla damgasını vurarak sönümlendi. Adım adım bir distopyanın içine çekiliyormuşuz hissi zaten tanıdıktı. Devletin küçüldüğü iddia edilirken, Şükrü Argın’ın deyişiyle “devletin saflaşmasına” şahit olduk mesela. Böylece yakın zamana kadar bir uyarı sistemiymiş gibi davranılan ve sadece ütopyanın karanlık kardeşi olarak görülen distopyanın tüm işlevi de değişmeye başladı. Zaten distopyaya yönelik itkinin belirleyeni değiştikçe, distopyanın politik mesajının değişime uğraması kaçınılmazdı. Böylece yavaş yavaş uyarı ve kehanet işlevlerinden sıyrılıp yaşadığımız dünyadaki görünümleri yansıtmaya başladı bu anlatılar. Hatta bir alt tür olmaktan çıkıp gerçekçiliğin 19. yüzyıldaki işlevini üstlenecek bir konuma talip oldular.

İŞARET FİŞEĞİ

Türkiye’de son dönemde yazılan kurmaca metinlerde de bu tavrın izlerini sürmemiz mümkün. Mesela Tahsin Yücel’in ilk baskısını 2006’da yapan Gökdelen romanı kehanet işlevini tamamlayan bir roman olarak göze çarpıyor. Romanın ana karakteri Can Tezcan 2073’ün Türkiyesi’nde yaşayan ünlü bir avukattır. Her şeyin özelleştirildiği, kirlilik yüzünden girilecek denizin kalmadığı, çalışanların şehirlere hapsolduğu, işsizleri yılkı insanı olarak çoraklaşmış arazilerde hayata tutunduğu bir zamanda İstanbul’u tümüyle gökdelenlerden oluşan bir şehre çevirmek isteyen müteahhit Temel Diker’in işlerini kolaylaştırmak için özelleştirilmeyen tek kurum olan yargıyı özelleştirmeyi önerir. Bu kısa özette bile Gökdelen’in sadece gelecekle ilgili korkulardan beslenmediğini görmemiz mümkün.

distopyalarin-gercekciligi-909856-1.

Bir bilimkurgu okumuyoruz aslında. Kitabı günümüzden ayıran mekik adı verilen tek kişilik araçlar ve beş yüz metreyi otuz saniyede çıkan asansörlerden başka bir şey yok. Kaza namazı kılan başbakandan, boş bulduğu arsalara kocaman ve çirkin binalar diken Karadenizli müteahhide, sistemin uşağı medyadan, düzene teslim olmuş eski solculara her şey bugünden fırlamış gibi. “Gökdelen”, bir taraftan özelleştirilemez denen yargının özelleştirilmesi sürecini anlatırken bugünü hicveden, diğer taraftan yaşadığımız çürümenin yarattığı gelecek kaygısını betimleyen güçlü bir roman. Yücel, eğer hem toplumdaki hem de kendi içimizdeki çürümeye dur diyemezsek gelecekte bizi nelerin beklediğini gösteren bir işaret fişeği yakıyor bu romanıyla. Son yıllarda yaşadıklarımız da romanda anlatılanları deneyimlemek için 2073’ü beklememize gerek kalmayacağını anımsatıyor.

HIZLA ARTAN DİSTOPYALAR

Tahsin Yücel’in on beş yıl önce yaptığı uyarının bugüne etkisi ise daha fazla distopyanın yazılması oldu. Yayımlanan her yeni roman ise bu karanlık alt türün yaşanan gerçekliklerle bağını daha da kuvvetlendirdi. Bugün yaşanan baskıların, sömürünün, şiddetin ve yıldırmanın bu eserlerin içine sürekli bir şekilde sızdığını gözlemledik. Sadece alt türlerde kalem oynatan yazarların değil, ana akım içinde adları geçen popüler isimlerin de cehennemvari bir geleceği tasvir ettikleri pek çok roman basıldı son yıllarda. Zülfü Livaneli’nin Son Ada’sı, Ayşe Kulin’in Tutsak Güneş’i bunların içinde en dikkat çekici olanlardı. Ana akıma göz kırpmayan ve kendi dünyasını yaratma iddiasında olan; Mahmut Eşitmez’in Liberhell’i, Kerem Işık’ın George Saunders esintili Iskalı Karnaval’ı, Afşin Kum’un Sıcak Kafa’sı da heyecan yaratan eserler oldular.

Gaye Boralıoğlu’nun geçen aylarda yayımlanan Alametler Kitabı’nı da bu listeye rahatlıkla ekleyebiliriz. Yazar, bugün yaşadıklarımızın mantıksal sonuçlarına odaklanarak gelecekte nelerle karşılaşabileceğimizin altını çiziyor kitabında. Barınaktan sahiplenilen çocuklardan, bir öfke kıvılcımı yaratılarak oluşturulan linç kalabalıklarına, teknolojiyle birlikte çeşitlenecek ceza ve kapatma biçimlerinden, eşyayla kurduğumuz marazi ilişkiye pek çok alametin bizi adım adım kıyamete yaklaştırdığını hatırlatıyor Boralıoğlu. Kitapta öykülerin sıralaması da buna göre yapılmış. Önce gelecekte olabileceklere odaklanan öyküleri okuyup yavaş yavaş günümüze dönüyoruz. Böylece gelecekte yaşanacaklarla bugün arasında organik bir bağ kurulup, distopya olarak anlatılanların bugünün gerçeği ile dinamik bir ilişki içinde olduğu vurgulanıyor kitapta.

Halihazırda bir cehennemde yaşarken distopya ile gerçekçi eserlerin birbirinden ayrılması mümkün değil. Kabusların geleceğe ötelenmesinin imkânsızlaştığı bir dönemde daha umutlu eserlerin yazılması için başka bir dünyanın da mümkün olduğunu hatırlamamız gerekiyor. O zaman distopya yeniden aslına rücu edebilir.