Doç. Dr. Galip Yalman: Kuralsızlaşan kapitalist devletle nasıl mücadele edilir?
Ülkemizde ne zaman yapılacağını kestirmek bugün için kolay olmayan seçimlere kadar, bugünkü toplumsal muhalefetin büyüyerek ilerleyeceği düşünülebilinir, umutlu olunabilir. Ancak işin bir başka yanı daha var, önümüzdeki diyelim ki 18-24 aylık süreçte, geçtiğimiz 6-8 ayda yaşadıklarımız katlanarak devam edecekse bunu durdurabilmek nasıl mümkün olabilecek? “Biz sağlam duralım, seçimde göstereceğiz” demek başka bir şey ancak bu arada bunun bedelinin ağırlaşması karşısındaki çaresizlik nasıl ortadan kalkacak?

Yusuf Tuna Koç
İktidarın , İmamoğlu ve beraberinde 100’lerce kişiyi tutuklayarak yakın dönem açısından kritik bir eşiğe geçtiği 19 Mart süreci 100 gününü tamamladı. Tüm toplumsal muhalefet güçleri, iktidarın hamlesine karşı ilk yanıtı sokakta verdi. Bugün eylemler belirli sınırlarda sürse de toplumsal öfke hâlâ canlı. İktidarın gündeminde ise yeni gözaltı dalgaları ve Kurultay kararı gibi hamleler var.
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden emekli öğretim üyesi Doç. Dr. Galip Yalman ile geçtiğimiz 100 günlük sürecin iktidar ve muhalefet açısından anlamını, küresel boyutunu ve ileriye dönük yeni muhalefet imkânlarını konuştuk.
19 Mart süreci 100 gününü tamamladı. Bugünden baktığımızda aşılan bu eşik rejim açısından ne ifade ediyor?
Galip Yalman: Yaşadığımız sürecin kendine özgü özellikleri kuşkusuz mevcut. Ancak dünya da her ülkede aynı şekilde yaşanmasa bile ilginç bir dönemden geçiyor. Özellikle Trump ile birlikte Amerikan devletinde ne oluyor tartışması, ABD’nin konumu sebebiyle dünyanın tamamında takip ediliyor ve etki yaratıyor. Savaştan finans dünyasına, çevre meselelerine kadar birçok uzantısı oluyor. Batı basınının Financial Times, NY Times gibi mecralarında “ne oluyor?” sorusu daha çok soruluyor. Rejimi ne olursa olsun –ister parlamenter ister başkanlık, ister yarı-başkanlık– “burjuva demokrasisinin” ya da benim tercih ettiğim tabirle kapitalist devletin demokratik biçiminin belirli normları, kurumların işleyiş mekanizmaları vardır. Sistem içi güçler arasında zaman zaman çatışmalar ve krizleri olur, bunun sınıfsal boyutları olur, farklı kapitalist ülkeler arasında çıkar farklılıklarının getirdiği çelişkileri olur ancak bir biçimde belirli normlara uyma, kural temelli düzenlemeleri takip etme durumu vardır. Bugün çatırdayan bu, çatırdatan ise Amerikan devletini yönetme konumunda olanlar, iktidardaki anlayış. Kurumlara yapılan vurgu giderek daha fazla arttı, en son Acemoğlu ve meslektaşlarına da bu sebeple Nobel ödülü verildi. Ama kurumlar dediğimiz şeyler gökten inmiyor, insan yapımı. İnsanlarla var oluyorlar, insanlar da belirli toplumsal üretim biçimleri temelinde oluşan hegemonya projeleri sonucunda kimi davranış biçimlerini benimseyip diğerlerini yok sayıyorlar. Ancak bu tartışmayı sadece kurumlarla yapmaya çalışmanın sınırları var. Trump üzerinden tartışıldığında bile ekolojik krizden uluslararası ticarete birçok farklı boyutu var. Örneğin Filistin’i protesto eden öğrencilerin, sokaktan insan kaçırır gibi paramiliter tarzda gözaltına alınmaları, California’da işçilerin toplanıp sınır dışı edilmeleri… Tüm yaşananlar belirli normların varlığını tartışılır hale getiriyor. Anayasal düzen ile ifade edilen sistemin giderek yok sayıldığına tanık oluyoruz.
KAPİTALİST DEVLETİN GELECEĞİ SORUNU
Mevcut neoliberal dünya ekonomisindeki finansallaşma-küreselleşme sürecine belirli eleştiriler getirseler de sonuçları itibariyle iyimser yaklaşan Martin Wolf, Paul Krugman gibi isimler de bunları konuşmaya, tartışmaya başladılar.1 Dolayısıyla soru kapitalist devlete ne oluyor sorusu. ABD ile de sınırlı değil tabii ki Hindistan’dan Türkiye’ye ister otoriterleşme ister faşizm denilsin bu yeni eğilimle birlikte düşünmek gerekiyor. Bu ortaya çıkan yeni tür yönetim biçiminin ana akımdaki yeni ifadesi “Führer ilkesi”. Trump’a doğrudan faşist demeden, “Führer ne derse o’dur” şeklinde nitelenen eğilimin, potansiyel olarak uluslararası finans piyasalarının egemen olduğu kapitalist ekonomik sistemde hem siyasi hem ekonomik boyutta kriz riskini artıracak sonuçları olacağından endişeliler. Bir süredir çokça tartışılan bir başka kavram “anayasasızlaştırma” (deconstitutionalization). Bizde Turgut Özal “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” demişti, bugün geldiğimiz nokta ortada. Anayasa mahkemesi (AYM) kararlarının da anayasaya göre üstün olan AİHM kararlarının da yok sayıldığı bir süreç yaşıyoruz. Dolayısıyla geçtiğimiz ekim ayından beri yaklaşık bir yıldır içinden geçtiğimiz, kademe kademe yoğunlaşan ve maalesef olağanlaşan bu süreç dünyadan bağımsız değil, peki öyleyse yaşananlar Türkiye’deki gündelik yaşam açısından ne anlama geliyor? Geçmişte yapıldığı gibi Danıştay, Yargıtay, AYM vs yargı organlarına başvurulabiliyor hâlâ ama Can Atalay örneğinde gördüğümüz gibi bir karşılığı olmuyor. Hatta Atalay kararını okutan meclis başkan vekili görevinden edildi. 102 yıllık cumhuriyetin kurucu partisini yok saymanın –ki “butlan” tabirinin Türkçesi budur– “hükümsüz”, “geçersiz” hale getirmenin tartışılabilir hale geldiği vahim bir durumu yaşıyoruz. “Bu yargının konusudur” argümanı sıklıkla dile getiriliyor. Oysa yaşananların hukuki bir boyutta olduğunu düşünmek mümkün değil. Kayyımın kendisi son derece tartışmalı bir kavram ama sıklıkla olasılığından söz edilebiliniyor. Diğer yandan, CHP’li belediyelere karşı yargı erki üzerinden yapılmaya devam edilen baskılar karşısında sık tekrar edilen ancak sonuç alıcı olmaktan uzak iki argüman var. Birincisi, geçmişten Aziz Kocaoğlu örneği çok veriliyor. Gerçekten de belediye başkanı iken birçok kez mahkemelere çıktı, tutuklanmadı ve aklandı. Bir diğer sıkça dillendirilen argüman ise, AKP belediyelerine neden bu tür operasyonlar yapılmadığı. Ancak bu argümanların etkisiz kalması doğal zira herhangi bir norm, kural ya da düzenlemeyi tartışmanın çok ötesindeyiz. Son bir örnek, bugün (cuma) itibariyle öğreniyoruz ki, diploması geriye dönük olarak iptal edilen kişinin sahtekârlıkla yargılanması için iddianame hazırlanmış.
Dolayısıyla mücadeleyi de yalnızca yargı erki içerisinde götürebilmenin de sınırları ortada, o zaman “bununla nasıl mücadele edilir?” sorusu da haliyle gündeme geliyor. Bunlar zaten siyasi davalardır demek de yetmiyor. Her şeye rağmen siyasi mücadele nasıl yürütülmeli, geldiğimiz noktada işin düğümlendiği yer bu.
19 Mart sürecini muhalefetin yürütme biçimi hakkında ne düşünüyorsunuz, bundan sonra nasıl ilerlemek gerekiyor?
Farklı kesimlerce birleşik mücadele, toplumsal mücadele hem söylenegeliyor hem de adımları atılıyor. Zaten kendiliğinden parlamento dışı doğal bir muhalefet biçimi mücadele tarzı haline geldi. Düzenli bir biçimde mitingler yapmak ya da eylemler sürdürmek bu anlamda doğru. Ânında sonuç veremese de belli şeyleri önleyebiliyor, CHP ya da İBB’ye kayyım atanamaması gibi. Ancak bu sürdürülebildiği sürece, gelecekte iktidar perspektifiyle de neler yapılacağını söylemek gerekiyor. İleriye dönük toplumsal desteği artırarak güçlendirerek devam etmek önemli ama 30 Ekim 2024’te Ahmet Özer’in gözaltına alınmasıyla başlayan ve 19 Mart’ta zirve yapan sürecin devamını engelleyecek, durdurabilecek, şu âna kadar yaşanan mağduriyetlerin önüne geçebilecek, asgari düzeyde yasal çerçevede tutuksuz yargılanmalarını sağlayabilmek de önem kazandı, içerideki insanlar ve aileleri için hayat memat meselesi haline geldi. İşin bir tarafında ileriye dönük toplumsal mücadeleyi güçlendirmek, ekonomik-toplumsal-sosyal hedefler koymak varsa bir de bu boyutu var. Her sabah yeni bir gözaltı dalgası, içeriye alınanlar sürgün süreçlerinden geçiyor, aileleri riske atılıyor. Dolayısıyla önümüze çoklu bir mücadele biçimi çıkıyor, bu sürecin bu kadar hoyratça sürmesini engellemeye çalışmak, önlemlerini almak da muhalefetin gündemi olmalı.
NORMLAR ORTADAN KALKIYOR
CHP yönetimi 19 Mart sürecini olabildiğince iyi yönetiyor ve doğrudan meydan okuyor. Ancak yeni mücadele araçları neler olabilir meselesi de önemli. “Davalar televizyonda yargılansın, tutuksuz yargılansınlar” demek yetmiyor, karşıda dinleyecek bir muhatap yok. Dahası, örneğin Trump’a sistemin devamını riske attığı için karşı çıkanların ifadesiyle; “Lider ne diyorsa öyledir” durumunun yalnızca bir sadakati tasvir etmenin ötesinde giderek gerçeğin kendisi haline gelmesiyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla gerçekliğin liderin ağzından çıktığı biçimiyle takipçileri tarafından tam anlamıyla o şekilde okunması sorunu var. Gezi’de “Camide içki içtiler” yalanından, son Leman karikatürüne kadar giden süreçte gerçeğin ne olduğundan çok nasıl ifade edildiği ile anlaşıldığı bir dönemdeyiz. Bu çok tehlikeli bir durum.
Başka boyutları da var, yine ABD örneğinden gidersek kapitalist devlete bu özünü veren en önemli faktörlerden biri üniversitelerdir. Trump kaç yüzyıllık, dünyanın en tanınmış üniversitelerinin üzerine gidiyor, finansmanlarını kesmekle tehdit ediyor. Medya farklı bir dönüşüm geçiriyor. Bizde bu nasıl işliyor; son örneğini bu hafta gördük; öğretim üyelerinin haberi bile olmadan Boğaziçi Üniversitesi’nde iki fakülte lağvedilip yerine iki yeni fakülte ekleniyor. Bu kararları artık YÖK almıyor, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile geçiyor. Norma dair ne kaldı o zaman ortada? YÖK’e, üniversite rektörünün üniversite ile ilişkisine karşı olmak bir şeydir, artık bu da ortadan kalktı her şey tamamen yukarıdan aşağıya gidiyor. O zaman neyin hangi düzlemde mücadelesinin verileceği sorusu da giderek daha fazla önem kazanıyor. Gramsci’den ilhamla “mevzi savaşlarının” yepyeni boyutları ortaya çıkıyor. AYM’nin iptal ettiği Cumhurbaşkanını rektör atama yetkisi yeniden torba yasayla gündeme getiriliyor. Bir altüst oluş içerisinde, insanların kendi ekmek kavgası içinde olduğu koşullarda neyin nasıl sürdürüleceği mücadelesi daha da ciddileşiyor.
ABD’de Trump’ın son “büyük güzel yasa” kavgasının olumsuz sonuçlarından etkilenecek kesimlerin başında kendisini destekleyen alt gelir grupları olduğu tartışılıyor, özellikle sağlık politikaları açısından. Ama bir başka açıdan da anti-politik olarak nitelenen, kendisini siyasal yaşamın dışında hisseden, gündelik yaşantısı içerisinde siyasetle bağ kurmayan yeni bir toplumsal kesimin, Trump’a oy verse bile Trump’ın uygulamaların kendi yaşamına olumsuz etkilerinin ne kadar ayırdında olduğu da tartışılıyor. Dolayısıyla kitle ile olan ilişkinin, karşı alternatif geliştirme açısından nasıl sürdürüleceği de önemli bir tartışma. Farkındalığı yüksek kesimlerin yaşananlara karşı çıkması tek başına yetmeyebilir. Toplumun ciddi bir kesimi anti-politik olarak adlandırılan tavır içerisinde. Hükümetin aldığı kararın, geçirdiği yasanın mesajı liderin tanımladığı biçimde veriliyorsa, gerçeği o lider tanımlıyorsa –“Her şey Amerika’yı büyük yapmak için” demesi gibi– toplumun özellikle alt gelir gruplarının bu olumsuz gelişmelerin sonuçları ile yüzleştiği an atı alanın Üsküdar’ı geçeceği gerçeği var.
Ülkemizde ne zaman yapılacağını kestirmek bugün için kolay olmayan seçimlere kadar, bugünkü toplumsal muhalefetin büyüyerek ilerleyeceği düşünülebilinir, umutlu olunabilir. Ancak işin bir başka yanı daha var, önümüzdeki diyelim ki 18-24 aylık süreçte, geçtiğimiz 6-8 ayda yaşadıklarımız katlanarak devam edecekse bunu durdurabilmek nasıl mümkün olabilecek? “Biz sağlam duralım, seçimde göstereceğiz” demek başka bir şey ancak bu arada bunun bedelinin ağırlaşması karşısındaki çaresizlik nasıl ortadan kalkacak? Dahası, Kürt sorununa yönelik yeni bir sürecin gündeme getirilmesi meselesi var. Bu, toplumsal güç dengelerini nasıl etkileyecek bunu da göreceğiz. Anayasa tartışması üzerinden çok dillendiriliyor ama gerçekten nasıl bir rol oynayabileceğini kestirmek kolay değil.
İKİ ULUSLU TOPLUM
Bu “Führer” eğiliminin uzun vadeli sonuçları ne olabilir?
Tüm bu lider ve mesaj konusu içerisinde medya çok önemli bir rol oynuyor. Bugün karartma kararlarında gördüğümüz üzere zaten sayıları az olan muhalif kanallara dahi tahammül yok. 1980’lerde neoliberal hegemonyanın nasıl kurulduğuna yönelik tartışmalarda, Thatcher dönemine yönelik bir değerlendirmede kimi Marksist kuramcılar “iki ulus projesi” kavramını ortaya attılar.2 Biri, öyle diyeyim neoliberal politikalardan yararlananlar, diğeri de okkanın altına gidenler. Ancak bu tek başına sınıfsal bir ayrım değil, sermayenin içerisinde de okkanın altına gidenler olabiliyor, işçi sınıfının bir kesimi de faydalanabiliyor. Bizde de ANAP dönemini böyle değerlendiren tartışmalar yapılmıştı. Yaşanan süreçte sermaye lehine uygulamaya konulan bir krizden çıkış stratejisinin sonuçlarını irdeleyen bir tespitti. Büyük oranda sermaye lehine sonuçlar verse de özelleştirilen kurumlarda işçilere hisse verilmesi gibi popüler kapitalizm diye adlandıran havuç/sopa taktikleriyle işçi sınıfının belirli kesimlerini kapsama amaçlı bir strateji söz konusuydu.
Bugün baktığımız zaman bizdeki medya da insana bu “iki ulus projesi”ni hatırlatıyor. Bir tarafta 3 kanal ve 3 gazete var. Öbür tarafta da başta TRT olmak üzere sayısını bilmediğimiz kadar televizyon kanalı ve gazete var. Aynı işyerindeki arkadaşından yan komşuna kadar bu ayrım kendisini sürekli yeniden üretiyor. Eşzamanlı olarak iki TV kanalı ya bambaşka gündemleri ele alıyor ya da aynı gündemi bambaşka biçimde ele alıyor. Eğer olayları sadece o kesimin kanalları üzerinden izliyorsan, gerçekliği öğrenme biçimin de bambaşka olmak durumunda, Youtube vs gibi platformlarda da bu kendini yeniden üretiyor. O zaman bu toplumun bütünlüğünün nasıl sağlanacağı sorusu gündeme geliyor. İleriye dönük olarak da bununla bağlantılı biçimde “tarihsel blok” yeniden nasıl kurulacak?
Çünkü ben yaşananların neoliberalizmin krizi olduğunu hâlâ düşünmüyorum, neoliberalizm içerisinde bir kriz yaşanıyor ve uluslararası finans sisteminin parametreleri içerisinde çözülmeye çalışılıyor. Krizin süreklilik kazanması, neoliberal kriz yönetiminin krizi şeklinde tanımlanmasına da neden olmakta. Bu sebeple de Gramsci’nin nitelemesi ile “organik bir kriz” yaşanmıyor, diğer bir deyişle, niteliksel bir dönüşüm için şartlar olgunlaşmış değil, ancak yeni tarihsel blok oluşumu da sıkıntıda. Dolayısıyla, ara dönemdeyiz deniyor sıklıkla, ancak bu sadece zor-rıza ikilemi ile aşılabilecek bir durum değil. Bu bütünlüğün nasıl sağlanacağı ABD için de Türkiye için de soru işareti. İktidarlar açısından baktığımızda da her iki ülkede de bunun biçimi ister MAGA olsun ister “yerlilik ve millilik”, gerçeği belirli bir biçimde kurguladıkları sürece de o bütünlüğü de kendi istedikleri yönde sağlayabileceklerini umuyorlar. Buna karşın, Gramsci’nin değişiyle yaşanan konjonktürel krizin potansiyel olarak içinde taşıdığı organik krize dönüşmesi olasılığı tabii ki tartışılmalı. Ne var ki, “iki ulus projesi”nin olumsuz etkilerinin geride kalmasını sağlayacak, demokratik bir devlet biçiminin önünü açacak, toplumsal mücadele nasıl yürütülmeli, gündemdeki acil sorun bu.
1 https://www.ft.com/content/ ac62327c-e3b9-45cb-bb9c-a41743aee657, 2.7.2025.