Google Play Store
App Store

Trump’ın 2024’teki geri dönüşü, ironinin yerini otoriter bir ‘trajedi’ye bırakma riski taşıyor. İkinci dönem yalnızca Amerikan demokrasisi için değil, dünya için de derin sonuçlar doğurabilecek bir kırılma noktası.

Donald Trump’ın yeniden yükselişi: Otoriter popülizmin normalleşmesi
Fotoğraf: Depo Photos

Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’inde Hegel’in ünlü ‘Tarihsel olaylar iki kez yinelenir’ aforizmasını ‘İlki trajedi, ikincisi komedidir’ diyerek yoruma açarken, tarihin yalnızca bir tekrar değil, toplumsal ve ekonomik çelişkilerle şekillenen bir süreç olduğunu vurgular. Marx’a göre tarih, geçmişin hayaletleri ile günümüzün toplumsal gerçeklikleri arasındaki çatışmalarla sürekli olarak yeniden yazılır. Donald Trump’ın 2024 başkanlık seçimlerindeki yeniden kazanımı, Amerikan tarihine yalnızca Grover Cleveland’dan bu yana bu başarıyı elde eden ilk lider olarak geçmekle kalmamış, aynı zamanda küresel neoliberal düzenin krizine dair yeni ve karanlık bir dönemin habercisi olmuştur.

Trump’ın 2016 zaferi, neoliberal politikaların doğurduğu eşitsizliklere karşı ironik bir sağ popülist ‘tepki’ hatta ‘komedi’ olarak yorumlanmıştı. Ancak 2024’teki geri dönüşü, bu ironinin yerini otoriter bir ‘trajedi’ye bırakma riski taşımaktadır. Bu ikinci dönem yalnızca Amerikan demokrasisi için değil, küresel siyaset için de derin sonuçlar doğurabilecek bir kırılma noktasıdır.

GELENEKSEL AİLE VE AMERİKAN MİLLİYETÇİLİĞİ

2016 yılında ‘Make America Great Again’ (Amerika’yı Yeniden Harika Yap) sloganıyla ortaya çıkan Trump, neoliberal düzenin yarattığı ekonomik eşitsizliklere meydan okuyan bir anti-elit lider olarak tanıttı. Ancak, ekonomik güvencesizlikten rahatsız olan kitlelerin öfkesini sistemin köklü sorunlarına yöneltmek yerine, bu öfkeyi etnik ve kültürel çatışmalarla iç içe geçirdi. Özellikle sanayi bölgelerinde ve kırsal alanlarda yaşayan beyaz işçi sınıfını hedef alırken, göçmen karşıtı söylemleri ekonomik vaatleriyle birleştirerek geniş bir seçmen kitlesini mobilize etti. Politik retoriği, geleneksel aile ve Amerikan milliyetçiliğine vurgu yaparken, feminist hareketlere karşı açıkça agresif bir tutum sergiledi. Hillary Clinton’ın bir konuşmasında Trump destekçilerinin çoğunluğunu ‘ırkçı, cinsiyetçi, yabancı düşmanı ve homofobik sefil insanlar’ olarak eleştirmesinin ardından, Trump kendisini ‘unutulmuş halkın sesi’ olarak tanıtma fırsatı buldu. Bu süreçte, göçmenlerin Amerikalıların işlerini çaldığını iddia ederek ekonomik kaygıları etnik ve kültürel bir çatışma eksenine taşırken, elit-halk antagonizması üzerinden çoğulculuk karşıtı sağcı bir popülist retoriği inşa etti.

2024 seçimlerinde ise Trump’ın politik stratejisi, yalnızca popülist bir lider olarak kendini konumlandırmakla kalmadı; aynı zamanda otoriter bir figüre dönüştüğünü açıkça ortaya koydu. Rakibi Kamala Harris’i hem ırksal kimliği hem de toplumsal cinsiyeti nedeniyle hedef aldı; onu ‘Venezuelalı bir Marksist’ olarak tanımlayarak, cinsiyetçiliğini anti-komünist bir retorikle harmanladı. Feminist ve çevreci politikaları ‘Amerikalı işçilerin çıkarlarına ihanet’ olarak nitelendirirken, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini idealleştirerek cinsiyetçi erkek seçmenlerin desteğini kazandı. Bu strateji, özellikle Orta Batı’nın sanayi bölgelerinde, Güney’in kırsal alanlarında ve Latin kökenli nüfusun yoğun olduğu Florida gibi eyaletlerde etkili oldu. Bununla birlikte, Trump, kürtaj gibi tartışmalı konularda sessiz kalarak Cumhuriyetçi kadın seçmenlerin desteğini kaybetmemeye özen gösterdi.

Ayrıca, Trump’ın 2020 seçim sonuçlarını hâlâ reddetmesi ve ‘çalınan seçim’ iddiasını sürekli gündemde tutması, demokratik kurumlara duyulan güveni zedeleyerek seçmenlerini konsolide edebilmesine izin verdi.  Aile, devlet ve güvenlik konularında süregelen bir ‘kültürel savaş’ın varlığını ima ederken, Amerikan toplumundaki kutuplaşmayı daha da derinleştirdi. Demokrat Parti’nin neoliberal politikalarının işçi sınıfında yarattığı hayal kırıklığı da şüphesiz bu kutuplaşmayı körükledi. Kamala Harris’in büyük teknoloji şirketleriyle kurduğu ilişkiler ve sendikalaşmaya verdiği sınırlı destek, kırsal ve sanayi bölgelerinde Demokrat Parti’nin seçmen tabanını kaybetmesine yol açtı.

Trump’ın popülist liderliği, Antonio Gramsci’nin ‘hegemonya krizi’ kavramıyla açıklanabilir. Gramsci’ye göre, hegemonik bir düzenin krize girmesi, toplumun geniş kesimlerinin mevcut ekonomik ve siyasi yapıya olan güvenini kaybetmesiyle ortaya çıkar. Bu tür bir kriz anında, liderlik boşluğunu dolduran figürler, toplumun hoşnutsuzluklarını farklı bir çerçeveye oturtarak yeni bir siyasi söylem üretir. Trump, neoliberal sistemin yarattığı ekonomik eşitsizlikler ve kimlik temelli gerilimleri kendi liderliği etrafında birleştirerek bu boşluğu doldurabileceğini Amerikan kamuoyunu ikna edebilmişe benziyor.

‘GERÇEK AMERİKALILAR’ KİMLİĞİ

‘Unutulmuş Amerikalılar’ söylemi, Trump’ın bu kriz ortamında yarattığı en güçlü araçlardan biridir. Kendini küreselci elitlere karşı bir direnişin lideri olarak tanıtırken, ekonomik ve toplumsal eşitsizliklerden mustarip kitlelere “gerçek Amerikalılar” kimliği altında bir aidiyet sunmaktadır. Bu söylem, ekonomik sorunları çözmekten çok, seçmenlerin öfkesini kimlik temelli bir çatışmaya yönlendirmiştir. Milyarder bir iş insanı olmasına rağmen ‘yoksul halkın sesi’ olduğunu iddia eden antagonistik lider bir yandan demokratik kurumların güvenilirliğini sorgulatırken diğer yandan bu kurumları ‘yozlaşmış elitler’ ile özdeşleştirerek seçmenlerini mobilize etmektedir.

Özellikle Demokrat Parti’nin kimlik siyasetini öne çıkaran politikalarına karşılık Trump, hayali bir ‘gerçek Amerikalı’ figürü yaratarak bu kimliklerin dışında kalanları da kapsamaya çalıştı. Bu strateji, neoliberal düzenin yarattığı ekonomik ve toplumsal çöküşe karşı solun sunamadığı popülist bir retoriği inşa etmesine olanak tanıdı. Trump’ın liderliği, toplumsal öfkeyi sistemin yapısal sorunlarına değil, doğrudan halkın belirli bir kısmına ve elitlere karşı yönlendiren bir iletişim stratejisiyle, seçmenlerini hem ekonomik hem de kültürel düzlemde kendi etrafında konsolide etti.

Trump’ın ideolojik etkisi Amerikan siyasetiyle sınırlı kalmamış, küresel ölçekte sağ popülist hareketleri de güçlendirmiştir. Marine Le Pen, Viktor Orbán, Giorgia Meloni ve Geert Wilders gibi liderler, Trump’ın zaferini ideolojik bir referans ve stratejik bir model olarak değerlendirmiştir. Le Pen, Trump’ın küreselleşme karşıtı söylemini Fransız kamuoyuna uyarlarken, Orbán’ın “illiberal demokrasi” modeli, Trump’ın demokratik kurumları sorgulayan otoriter liderlik anlayışıyla benzerlik göstermektedir. Giorgia Meloni’nin gelenek, aile ve ulusal kimlik temelli politikaları, Trump’ın muhafazakâr-popülist ajandasının İtalya’daki bir yansımasıdır. Hollanda’da Geert Wilders, Trump’ın islamofobik ve göç karşıtı söylemlerini daha radikal bir biçimde benimsemiştir.

GELENEKSEL MEDYA YERİNE DİJİTAL

Trump’ın medya stratejisi, bu küresel etkinin yayılmasında önemli bir rol oynamıştır. Geleneksel medya kuruluşlarını sürekli olarak ‘yalan haber’ üretmekle suçlayan Trump, Elon Musk gibi dijital medya figürlerinin desteğiyle sosyal medyayı manipülatif bir araç olarak kullanmıştır. Bu durum, otoriter popülist söylemin Amerika dışında Avrupa ve Latin Amerika ülkelerinde de dolaşım ve etkileşimini arttırırken, ideolojik olarak da aşırı sağ retoriğin normalleşmesine imkan tanımaktadır.

Trump’ın 2024 seçimlerindeki yeniden zaferi, otoriter popülizmin bireysel bir liderin becerisinden öte, neoliberal kapitalizmin derinleşen çelişkileriyle doğrudan bağlantılı sistemik bir sonuç olarak değerlendirilmelidir. Bu zafer, ekonomik güvencesizlik, artan eşitsizlikler ve geniş kitlelerin yaşadığı yoksullaşmanın, sol bir alternatifin eksikliği nedeniyle sağın kimlik ve kültürel çatışmalar üzerinden manipüle ettiği bir öfkeye dönüştürülmesinin ürünüdür. Bu bağlamda Trump, bir sapma değil, kapitalist düzenin krizleri karşısında otoriterleşen bir sistemin sürdürülebilirliğini sağlayan bir lider modelini temsil etmektedir. Trump’ın yükselişi, sadece Amerika’nın içsiyasetini değil, uluslararası ölçekte otoriter sağ popülizmin kurumsallaşmasını güçlendirmiştir.

Avrupa’dan Latin Amerika’ya kadar, ekonomik ve toplumsal krizlere karşı solun eşitlikçi bir alternatif üretemediği her yerde, Trump benzeri liderler bir “çözüm” olarak sunulma riski taşımaktadır. Bu, demokratik hak ve kurumların aşındığı, sağ popülizmin normalleştiği bir dönemin başlangıcını işaret etmektedir.

GÖÇMEN KARŞITI VE KADIN DÜŞMANI

Trump’ın retoriği ve siyaset anlayışı, bugünün Amerika’sını 1930’ların Almanya’sına dönüştürmekte olmasa da göçmen karşıtı ve kadın düşmanı söylemleri, ekonomik eşitsizliklerin keskinleştiği bir zeminde toplumsal kutuplaşmayı artırmış ve proto-faşist eğilimlerin güçlenmesine alan açmıştır. Neoliberal politikalara mesafe koyamayan Demokratların çözüm üretememesi, işçi sınıfını giderek sağ popülist figürlere yönlendirmekte ve bu modelin küresel çapta tehlikeli bir norm haline gelmesine yol açmaktadır.