Google Play Store
App Store

BirGün’ün sorularını yanıtlayan Arif Koşar "Egemen dinin, sermaye tarafından bu biçimde kullanımı göz önünde bulunduğunda, işçi sınıfının gerçek bir laiklik için mücadelesinin önemi anlaşılır olacaktır" diyor.

Dr. Arif Koşar: Laiklikle sınıf mücadelesi arasında içsel ilişki var

İlayda Sorku

Geçtiğimiz günlerde Gaziantep Organize Sanayi Bölgesi’nde, düşük maaş zamlarını protesto eden tekstil işçileri, valiliğin gösteri yasağına rağmen direnişlerini sürdürdü. Bu süreçte, AKP Gaziantep milletvekili İrfan Çelikaslan’ın sahibi olduğu Çelikaslan Tekstil’de, patronun grevi kırmaya çalışması ve itiraz eden BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen’e zenginliğini “Allah vergisi” olarak nitelendirmesi, sermayenin dini nasıl araçsallaştırdığını bir kez daha gözler önüne serdi.

Erklerin, egemen din anlayışıyla işçileri itaate zorlaması, hak arayışını “günah” ilan etmesi, sendikal örgütlenmeyi baltalaması, sermayenin elini güçlendirirken işçileri yalnızlaştırıyor. Bugün sendikalaşmanın “caiz olmadığı”, vaazlarla engellenmeye çalışıldığı, grevlerin “isyan” olarak kodlandığı, patronların camiler üzerinden meşruiyet inşa ettiği bir ortamda, işçi sınıfının bu düzene karşı laikliği savunması, kendi sınıf çıkarlarını savunması anlamına geliyor. Çünkü laiklik, aynı zamanda ekonomik sömürüye karşı mücadelenin de olmazsa olmazı. İşçi sınıfı, patronların “din, iman” söylemleriyle meşrulaştırdığı sefalet düzenine karşı, örgütlü mücadelesini büyüttüğünde, sekülerleşmiş bir bilinci de kendiliğinden yaratıyor.

Çalışma Ekonomisti Dr. Arif Koşar, laiklikle sınıf mücadelesi arasındaki köklü ilişkiyi BirGün Pazar’a anlattı.

TANRILARIN SÖZDE TEMSİLCİLERİ

Laiklik ile sınıf mücadelesi arasında nasıl bir ilişki var?
Oldukça köklü bir ilişki olduğu kesin. Modern öncesi devletlerinin tipik özelliği din ile devletin kaynaşmış olmasıydı. Krallık ve imparatorlukların meşruiyet kaynağı dindi. Krallar, padişahlar tanrıların sözde temsilcileri olarak tahttaydı. Laik fikir ve pratikler, devlet ve dinin kaynaştığı böyle bir tarihsel dönemde, bu kaynaşmanın temsil ettiği sınıflara karşı mücadele içinde doğdu. Önce ezilen sınıf ve tabakaları temsil eden farklı mezhep gruplarının mücadelesi… Ardından monark ve feodal sınıfların meşruiyetini reddeden burjuvazi ve rasyonalist aydınlarının mücadelesi sonucu laiklik fikri ve pratiği şekillendi. Dolayısıyla laiklikle sınıf mücadelesi arasında içsel bir ilişki var.
 
Laikliğin işçi sınıfı mücadelesindeki önemi nedir? Laiklik, işçi sınıfının örgütlenmesini ve hak mücadelesini nasıl etkiler?
Ülkelerin özgün koşulları, sınıfsal şekillenişleri, kültürleri ve diğer tarihsel şartlar laikliğin ortaya çıkışı ve uygulanışında önemli farklılıklara neden oldu. Feodalite dünyanın büyük kısmında tasfiye edilip yerini kapitalist topluma bırakmış olsa da kimi ülkelerde din ve devlet işlerinin ayrılması hiç gerçekleşmedi. Yine de eski ilişki değişti, kapitalizmin ihtiyaçlarına uyum sağlayacak şekilde din anlayışı revize edildi. Laikliğin en radikal uygulamalarını gördüğümüz Fransa’da bile, feodalitenin yerini alan burjuvazi, dini uygun bir biçimde kullanmanın yolunu aradı; din ve devlet ilişkisini revize etti.

DEVLETİN MEMURU

Bu arayışının yansımasını, 19. yüzyılda yaşamış ünlü Fransız Sosyolog Gustave Le Bon’da görmek mümkün. Le Bon’a göre, din, mevcut toplumsal düzenin korunmasında kilit bir işleve sahiptir. Egemen din; adaletsizlikleri kabul edilebilir, çözümü “ahirete” ertelenebilir kılar. İşte bu yaklaşımla, burjuvazi/sermaye, tek tek üyeleri inansa da inanmasa da dinin kullanılması konusunda bir sınıf uzlaşısına varmıştır. Böylece din, deyim yerindeyse “devletin memuru” haline gelmiştir. Cemaatlerin teşviki, mülk edinmesi, siyasal yardım ve desteklerle; devlet ve din işleri özgün bir biçimde yeniden yan yana gelmiştir. ABD’ye bakmak bu bileşimi görmek için yeterlidir. Biçimsel olan laiklik çok daha biçimsel hale gelmiştir.

Egemen dinin, sermaye tarafından bu biçimde kullanımı göz önünde bulunduğunda, işçi sınıfının gerçek bir laiklik için mücadelesinin önemi anlaşılır olacaktır.

Patronlar, dinsel retorikleri işçi hakları karşısında nasıl bir silah olarak kullanıyorlar? Ekonomik veya siyasi erkler dinsel söylemleri kullanarak işçi haklarını ve sendikal hareketleri nasıl zayıflatıyorlar?
En az iki türlü kullanımı söz konusu. İlki, patronların bir kısmı, özellikle muhafazakâr/dinci/tarikatçı sermaye, belki de monarklara benzer şekilde, işçiler üzerindeki hegemonyasını dinsel argümanlarla meşrulaştırmaya çalışıyor. Patronların işçilere “ekmek verdiği”, onların da patronlara itaat etmesi gerektiği varsayılıyor. İşçiler herhangi bir hak arama mücadelesine girdiğinde, bunu kurulu düzene, dine, Hakk’a isyan olarak tanımlıyorlar. Çoğu dinsel yorumda da zaten böyle. Patronlarla münasebet halindeki kamu kurumları ve onun bir parçası olan dinsel kurumlar da bu yaklaşımı destekliyor ve yeniden üretiyor. Konya, Kayseri gibi yerlerde sendikaya üye olan işçiler camiye gittiklerinde, imamlardan sık sık “sendikalaşmak caiz değildir” vaazları dinlemiştir. Mesela Kayseri Organize Sanayi Bölgesi’nde, işçilerin sendikalaşma süreci hız kazandığında, camilerde, “Ekmek yediğiniz yere ihanet etmeyin”, “Karl Marx gâvurdur” gibi garip telkinler yapıldı. Bellona fabrikasında “Müslüman işçinin görevleri” başlıklı bildiriler fabrika panolarına asıldı. Ladin Mobilya’da patron tarafından cuma namazını kıldırmak için fabrika mescidine çağırılan emekli imam benzer vaazları vermişti.

KUTSALLAŞTIRILMIŞ SÖMÜRÜ

İkincisi belirli bir eylem sürecinden ziyade egemen dinin, mevcut düzenin, eşitsizlik ve adaletsizliklerin kabulü için rıza ve ideolojik hegemonya yaratılmasındaki katkısıdır. Sermayenin zenginliği, ödenmemiş emeğin birikimi olmasına rağmen, egemen dinde bu sömürü ilişkisi doğallaştırılır, dinsel bir kılıfla kutsallaştırılır. Çağdaş din anlayışı çağdaş kapitalizmin çelişkili ifade biçimlerinden biri haline gelmiştir. “Dört fabrikan var, bu kadar zengin oldun, işçinin hakkın ver” diyen Birtek-Sen Başkanı Mehmet Türkmen’e Gaziantep’teki Çelikaslan firmasının patronunun cevabı “Zenginliğim Allah vergisi” olmuştu. Yine Antep’te eylemde olan başka bir fabrikanın sahibi patron Ahmet Şireci de camisiyle gündeme gelmişti. Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin, Şireci’yi “en güzel camiyi yaptırdı” diye övüyordu.
 
İşçi sınıfı, dini söylemlere karşı nasıl bir tavır almalıdır? Bu tavır, sınıf mücadelesine nasıl etki eder?
İşçilerin, patrona ve onun haksız uygulamalarına karşı örgütlenmesi bir süreç ve birikimin sonucudur. İşçilerin gerçek dünyadaki hakkı ve çıkarları için mücadeleye girmesi oldukça seküler bir eylemdir. İşçiler egemen dinin telkinlerini bir kenara bırakmıştır. Cami imamı, “hakkını arama, adaletsizliğe razı ol” dese de işçi zaten kendi içinde ve diğer işçi arkadaşlarıyla girdiği kolektif süreçle bunu aşmıştır. Dolayısıyla, “işçiler nasıl tavır almalıdır” sorusuna bu örnekler için, “nasıl biliyorlarsa öyle tavır almalıdır” cevabını verebiliriz. Çünkü, bu aşamada, “grev caiz değildir” diyen imam da “günah işliyorsunuz” diyen kaymakam da işçilerin gözünde, “patronun adamı” olmanın ötesine gidemezler.

ETKİ MUTLAK DEĞİL

Ancak, egemen dinsel ideolojinin ikinci etkisi daha derindedir ve sonuçları daha ağırdır. Mevcut düzenin ve sermayenin ideolojik hegemonyasında temel boyutlardan biridir. Başka nedenlerin yanı sıra bu etki; işçileri, eşitsizlik ve adaletsizlikler karşısında genel bir edilginliğe, tepki göstermemeye, hesap sormayı ahirete ertelemeye itebilir. Açıkça patronların sorumluluğundaki iş cinayetlerinin bile hükümetçe “kadere” bağlanması boşuna değil. Elbette, bu etki ve hegemonya mutlak değildir. Hayatın gerçekleri ve gelişimiyle uyumsuzdur, bu nedenle göreli ve kırılgandır. Denge her an bozulabilir ve değişebilir. İran İslam Devleti’nde bile şeriat ve dinsel hegemonya büyük isyanlarla karşılık bulabiliyor. Türkiye için de böyle. Gezi ayaklanmasında, normal koşullarda kaderine razı olmuş milyonlarca insan sokağa çıktı. Yine birçok direnişte muhafazakâr işçilerin en önde olabildiğini, hakkını sonuna kadar aradığını görebiliyoruz. Yani, hayatın gerçeği egemen dinsel söylemi söküp atabilir, mücadele sekülerleştirir.

Bir patron ne kadar muhafazakâr olursa olsun, söz konusu iş olduğunda, muhasebe hesabı yapan, kâr oranlarını inceleyen, maliyetleri düşürüp el koyduğu artıdeğeri artırmaya çalışan bir sekülerdir, bu alanda din devre dışıdır. “Patrona han hamam, işçiye din iman” formülü geçerlidir. İşçiler, bu gerçeği gördüğünde, egemen söylemin “kutsal” örtüsünü çekip atabilir. Gerçek hayata, çıkarlara, siyasete, kamusal işlere bu nedenle dini karıştırmamak gerekir.
 
Türkiye’de laiklik tartışmaları, işçi sınıfının talepleriyle nasıl örtüşüyor? Laik bir toplumda işçi sınıfı mücadelesi için daha fazla alan yaratılabilir mi?
İnsanlar çoğu zaman ait olduğu dinsel inancın bir tercih olduğunu düşünürler ama elbette öyle değil. Urfa’da doğan bir ailede yetişen işçinin Sünni Müslüman, Hindistan’da Yeni Delhi’de doğan işçinin Hindu, Kaliforniya’da doğan bir işçinin Protestan olması tesadüf değil. Dinler gibi dinsel aidiyetler de tarihten ve mekândan bağımsız değildir. Ayrıca bu din anlayışları, sadece yerel kültürlerce yeniden üretilmez. Devletler tarafından kurumsallaştırılmış, egemen sınıfların ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmiş “resmî dinler”dir.

Bazı ülkelerde, egemen din anlayışının dışında, ezilenlerden yana alternatif dinsel akımlar çıkmış ve toplumsal mücadelelerde yer almışlarsa bile, insanların taleplerini açıkça ifade etmek yerine din dolayımıyla ifade etmesinin sınırları hep olagelmiştir.

YAŞAMSALDIR

Laiklik birçok açıdan işçi sınıfı mücadelesinin talepleri ve ilerlemesiyle bağlantılıdır. İlki, hâkim din anlayışının egemen sınıfların bir aracı olması ve bunun devlet aygıtıyla dayatılması nedeniyle laiklik yaşamsaldır. İkincisi, laiklik ilkesi, işçi sınıfı içindeki dinsel bölünme ve ayrışmaları karşı durmanın gereğidir. İster işyerinde ekonomik düzeyde ister ülke genelinde siyasal düzeyde; işçi sınıfının her ciddi kazanımının temel koşulu din, dil ve ulusal ayrımların ötesine geçebilmesidir. Üçüncüsü, ülkede egemen din anlayışından farklı görüşleri ya da yaşam tarzları nedeniyle baskı gören ve ayrımcılığa uğrayan kesimlerin eşitlik ve laiklik talepleri, işçi sınıfının da savunması gereken demokratik kazanımlardır. Ancak, bütün bunlar için işçilerin oy veren seçmen olmanın sınırlarının ötesine geçmesi, kendilerini siyasetin öznesi olarak görmesi ve kendi çıkarlarını savunan kolektif bir siyasal yeniden inşayı gerçekleştirmesi gerekir.