Google Play Store
App Store

Namazın sonunda Hoca iki kez “Es-selâmü aleyküm ve rahmetullah” der ve cemaatle beraber kafalar önce sağa, sonra sola çevrilir. Türkiye’nin siyasi yelpazesi bir camide saf tutsa, BirGüncüler herhalde en solda kalırdı. Biz kafayı sağa çevirdiğimizde CHP’den AKP’ye tüm partileri görürüz. Kafalar sola çevrildiğinde onların hepsi bizi görür.

Yaşadığımız şu hengameye “BirGüncü gibi” bakmak, ülkenin yakın tarihini sosyolojik tabanıyla analiz etmekle mümkün. Türkiye’de yaşanan neredeyse tüm kırılmaların ardında köylerden kasabalara, kasabalardan kentlere ölçüsüz, plansız, güvencesiz, çoğu zaman umutsuz göçlerin etkisi var.

Yetmişlerde kentlerin dönüştüremeyeceği oranda artan ilk nesil göçmenler, kent çeperlerinde barınmaya, geçici, sermayesiz ve vasıfsız işlerle karınlarını doyurabilmeye odaklıydı. Genel ruh halleri arabeskin acıklı melodileri gibiydi. Ben bu boynu bükük nesli en çok Ferdi Tayfur’a ve onun ağlayan şarkılarına benzetirim.

Zamanla biraz daha şanslı, en azından barınma sorununu çözmüş, yılların birikimiyle küçük işletmeler açmış ikinci bir nesil geldi. Bu nesil ebeveynlerinin aksine boynu bükük değildi. Merkezin onları hor görmesine tahammül edemiyorlardı. Sınıfsal ayrımdan doğan hınçları, cami avlularındaki sohbetlerle şekil buldu. Bu öfkeli nesli de Erdoğan’a benzetirim.

Doksanlarda üçüncü bir nesil yetişti. Bu nesil ondan öncekilerin kontrastlarını aynı yoğunlukta yaşamadı, büyüklerine “düşman arazi” gibi gelen kent merkezleri onları kabul etmiş veya kabul etmek zorunda kalmıştı. Yıllar içinde sınıfsal öfkenin köşeleri yumuşamış, cami çıkışı avluda fazla vakit kaybetmeyip dükkana koşan, işinde gücünde uyumlu bir nesil doğmuştu. Bu nesli bir kişiye benzetsem, Ekrem İmamoğlu’nu seçerim.

Ve nihayet, şu an Türkiye’nin en kalabalık grubu olan gençlerin oluşturduğu dördüncü nesil geldi. Bu nesil bir uyum sorunu bile yaşamadan, doğrudan kentlerde büyüdüler. Sömürü her zamanki gibi devam etse de, cisimleştirmiş düşman anlatıları bulanıklaştı. Boynu bükük, öfkeli ve uyumlu nesillerin sonunda, her tür çelişkiyi bir karmaşa içinde yaşayan “entegre” bir nesille karşılaştık.

Bu dört nesil içinde en net olan, Erdoğan’ın temsil ettiği ikinci nesildi. Çünkü bu neslin “dindarlık” gibi bir form bulmuş, sınıfsal ve ideolojik bir çelişkisi vardı. Günümüzde Erdoğan ve ondan yaşlılar Türkiye’nin %5’i bile değilken, ülkenin yarısı “entegre” genç insanlardan oluşuyor. BirGüncü gibi baktığınızda İmamoğlu ile Erdoğan arasında ne ideolojik, ne sınıfsal bir çelişki görebiliriz, bu iki insanın arasında sınıf farkı yok, kuşak farkı var. Türkiye’nin herhangi bir evinde 60-70 yaşında bir dede “Reis için ölürüm” derken, onun 40-50 yaşında oğlu veya kızı “Abartma baba” diyor. Aradaki fark aslında bu kadar basit. Yapısal olmayan bir durumun, devlet erkinin bir tarafta toplanmasıyla türettiği bir çelişkiyi yaşıyoruz. Bu yapay bir çelişki olduğu için, çözümü de kolay aslında.

İstanbul halkı İmamoğlu’na oy verirken sert bir sınıfsal devrimi değil, uyumlu bir ton değişikliğini istedi. İmamoğlu ilk seçimini Erdoğan’ı ziyaret ederek, Binali Yıldırım’ın ailesiyle ailecek pozlar vererek, “Türkiye barışsa fena mı olur yahu” diyerek kazanmıştı. Seçmenin çoğunun taleplerine uygun bu diyalojik iletişim, AKP’nin doğal olarak, İmamoğlu’nun her nedense diyalektik iletişim girdabına kapılması ve bir noktada işin şirazesinden çıkmasıyla son buldu. Kutuplaşma dediğin sınıfsal çelişkiye veya kültürel çatışmaya dayanır, kutuplaşmanın bile bir raconu vardır. İkisi de Karadenizli, ikisi de inşaatçı, ikisi de kendi dönemlerinin ruhuna göre muhafazakar iki kişinin arkasında ikiye bölünerek nasıl bir kutuplaşma olabilir?

Bugün davul da tokmak da Erdoğan’ın elinde, kendi seçmenindeki çoğunluk dahil tüm orta sesleri kısabilir ama ne yaparsa yapsın melodiyi silemez. Mitingler olur, boykotlar olur, hepsi biter ama sokaktaki fısıltı bitmez. Bir gecede hem diplomasız, hem hırsız, hem de terörist oluveren bir insanın şarkısı zamanla, şimdi hiç konuşmayanların da diline düşer.

Türkiye’nin hapishaneleri ülkesini dışarıdakiler kadar çok seven insanlarla dolu. Keşke yarın en başta gençlerimiz, hepsi özgürlüğüne kavuşsa. Keşke İmamoğlu yarın açık ara oyla geldiği makamına dönse, vali ve bakanlarla birlikte İstanbul deprem güvenliği konulu bir çalıştaya katılsa. Keşke İmamoğlu, daha bir yıl önce %52 halk oyuyla seçilmiş ve bunu 23 yıldır başarmış, içinde bulunduğu ve kabul ettiği hiyerarşi tablosuna göre “üst”ü olan Erdoğan’ın önüne dikilip, “bir adam bütün Türkiye’ye karşı” diye haykırmasa ve Mansur Yavaş’ı örnek alıp bir seçim zamanı yeni bir görev alana kadar sadece belediyecilikle uğraşsa.

Keşke Erdoğan, parsel parsel kanıtları tek bir savcı tarafından soruşturmaya alınmamış onca dosya arşivlerde beklerken, seçimlerde belirleyici bir etkisi olsa Kılıçdaroğlu’nu mağlubiyetler değil galibiyetler kralı yapması gereken yolsuzluk kartlarından medet ummasa. Keşke Erdoğan, cumhurun başı ünvanının ne büyük bir armağan olduğunu fark etse ve kimsenin kimseyi yok saymayacağı adil bir diyaloğun kapılarını açsa.

Keşke AKP, CHP, MHP beraberce, bu ülkenin elli yılını yiyen düğümü çözmek için Kürtlerle görüşmeye odaklansa. Keşke siyaset “eğitimde Güney Kore, bilimde Almanya, teknolojide Çinle rekabet” gibi konular üzerinden yükselse.

Filistin’den Kuzey Afrika’ya dünyanın mazlum halkları birlik içinde kenetlenmiş bir Türkiye’nin gücüne muhtaçken ve konformist Avrupa, üçkağıtçı Amerika, faşist İsrail gibi tüm vampir devletler bizim güçsüz duruma düşmemizi beklerken, yapay bir çelişki; hep kendini haklı çıkartan görümceler husumetiyle bu ülke zaman kaybetmese.

Ve keşke biz vatandaşlar da THY’nin tertemiz uçaklarında bir kentten diğerine uçarken, mis gibi Hamidiye suyumuzu Ülker Topkek’le katık edip, kulağımızda keyifli bir türkü ile pencereden güzel ülkemizi izlesek.

Sadakallahülazim. Amin.