Dubai çikolatasının ekonomisi
İşçinin, çiftçinin, köylünün, esnafın, memurun, emeklinin sofrasında yüzler gülmezken sosyal medya fenomenleri lüks içinde yaşamlarını paylaşarak kazanç yönetiyorlar. Yaşadığımız felaketler gündemini ancak birkaç gün diri tutabilirken sıra adalete gelince bütün yaygara toz olup uçuyor. Ne konuşan kalıyor, ne sorumlu aranıyor. Yargıya kepçeyle adam taşınıyor ama hukuk sadece kullanışlı adalet için çalışıyor. Hatta hukuksuzluğun hukuku keyfe keder işletiliyor.
Kullanışlı adaletin gündeminde fenomenler vardı bir ara. Günlerce, aylarca tutuklulukları, davaları izlendi medyada. En ünlüsü, en ağır yargılananı serbest kalışıyla birlikte viral hayatına görkemli dönüş yaptı. Havuzdan fotoğrafıyla duyurduğu Dubai’de tek Türk güzellik markası olmanın haklı gururundan evde mütevazi Türk kahvesi özlemine transferi de kısa sürdü. Gelirimiz yok diye ağlayan fenomen, milyonluk çantası kolunda sosyal medyada reklam yaparken ihlal ettiği kurallar nedeniyle kesilen ceza için mübarek günde takipçilerinden dua isteyerek mağduriyetini mecrasında kazanca dönüştürmeyi sürdürüyor.
Piyasalar sıkıştı, fiyatlar saat başı değişip yükselirken yandaş müteahhitlerin milyon dolarlık vergi borçları siliniyor ama sokak başında pazarcının, esnafın, şoförün, fukaranın ödeyemediği, aksatmak zorunda kaldığı motorlu taşıt vergisi gibi ödemelerine tolerans yok. Hafta sonu tüm ülkede on binlerce araç bağlandı. Konuştuğum trafik polisi özellikle Pazar günü mobil vergi dairesi ödemelerinin sisteme yansımaması nedeniyle 50 TL borç için bile sayısız araç bağlandığını aktardı. Yeddi Emin otoparkında manzara ve sohbet farklı değildi. Üç liranın beş liranın peşinde yoksulluk çekene müsamaha yok. Hatta sıcak para avının yarattığı ikincil mağduriyet otopark ve çekici parasının o evin belki bir haftalık mutfak masrafı olması kimin umurunda!
Hafta sonu ödemesini atladığım ve internette gözükmediği için farkında olmadığım bir küçük tutar nedeniyle parçası olduğum bu tatsız mağduriyet içinde benzincide kasa yanındaki çikolataya ilişti gözüm. Bildiğiniz kare ve dikdörtgen ambalajlı çikolatalardan biri ucuzlamış(!) kasa yanında satışta. Bir paketi 700 liraymış. Sebep; çünkü o Dubai çikolatası.
Bir süredir izlediğim bu çılgınlığa başka bir açıdan bakmamız gerektiği kanısındayım. Vatandaşına iyi değil makul düzeyde bile bir hayat veremeyen iktidarın lüks ve şatafatı teşviki akıl almıyor. Birikimiyle, kimliğiyle sağlayamadığı üstünlüğü; topluma yaklaşımı, vicdanı, hizmetiyle yakalayamadığı kabulü zenginlikle, güçle sağlamaya çalışan bir anlayışla karşı karşıyayız. Thorstein Veblen’in ortaya attığı “gösterişçi tüketim” (conspicuous consumption) kavramına göre bazı bireyler ve gruplar, toplum içindeki statülerini vurgulamak ve prestijlerini artırmak için pahalı ve nadir ürünleri tüketmeye yönelirler. Hesaplamışlar, sarayın günlük masrafı 3 bin 526 asgari ücretlinin, 4 bin 797 emeklinin maaşına denk geliyor. Öte yandan yandaşlığın baş kaldıracı olan din istismarı boş durmuyor. Din kardeşliği üzerinden ülke toprağı, kamu kaynağı, maden, otel, avm, banka Dubai’ye, Katar’a satılıyor.
Dubai zenginliği, ihtişamı, görgüsüzlüğü diye bir şey var. İktidarın ülkemizin kadim tarihinin en önemli eserlerini görünmezleştiren yüksek katlı ve abuk sabuk şekilli gökdelenlerle kentlere ihanetinin arkasında işte bu görgüsüzlük ve öykünme var. Dubai çikolatası önce viral sonra fenomen olmuş çok mu? İşte marka gösterişine erişemeyen de ne bileyim bir sefer olsun paraya kıyıp çikolatasıyla efendim tik tok’muş, reels’miş arzı endam etmesin mi? Dubaiden çikolata ithal etmek ve benzinci kasası yanına kadar yaygın erişim sağlamak büyük hizmet. Gelelim bu ‘lezzet tufanı’nın tanımına. Antep fıstığıyla Antakya künefesinin benzersiz karışımıymış. Yıllardır yerel markalarımızın yerel zenginliğimiz olan Antep fıstıklı çikolatalarına meydan okuyan şey popülizm, gösteriş ve zenginlik pazarlaması. Elinin altındaki lezzeti görmeyip Dubai özentisi lezzete önce ihtiyaç tarif edip sonra bu çikolatayı yiyebilene ayrıcalık tanımlayarak sınıf atlama vaadine kananların çılgınlığı ülkemiz pazarını da ele geçirmiş. Yerli markalar bile kısa sürede Dubai ismiyle kendi ürünlerini piyasaya sundu. Kendi fıstığını, tecrübesini, marka değerini hiçe sayarak teslim oldu. Çikolata zaten malzemesi nedeniyle görece lüks bir ürün. Tüketim çağında çikolatayı çeşitlendirmek kâr peşinde yaratıcı çeşitlilikle pazarlamak olağan. Tüketimi teşvik eden sermaye düzeninin oransız aç gözlülüğü, pahalı ürünü pahalı ambalaj kullanımıyla da israfa hizmet etmeyi ihmal etmiyor. Altın varaklar, kalın katlamalı kutular işin içine girdiğinde bambaşka bir piyasa oluşuyor. Bu ürünler için dünyanın öbür ucunda sömürülen yoksul halklar için farkındalıktan söz etmek de başka bir lüks oldu yaşadıklarımız düşünüldüğünde. Hayatın ironisi işte!
Dubai çikolatası da tam olarak Veblen’in tarif ettiği ihtiyacı karşılayan bir ürün olarak çıkıyor karşımıza. Bu çikolatalar, lüks kavramını maddi zenginlikle ilişkilendiren bireyler için bir güç ve prestij göstergesi olarak görülüyor. Yüksek enflasyon ve gelir eşitsizliği giderek derinleşirken, toplumun geniş bir kesimi alım gücünü kaybederken, derinleşen yoksulluk can acıtırken bazı bireylerin lüks tüketim ürünlerine yönelmesini yalnızca ekonomik koşullarla değil, aynı zamanda kültürel ve psikolojik etkenlerle de bağlantılı olarak ele almak gerek. Ancak buradaki en büyük tehlike, bu tür içeriklerin gerçek ekonomik koşullarla örtüşmeyen bir tüketim anlayışı dayatması. Asgari ücretle geçinmeye çalışan veya temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanan kesimler için bu çikolatalar erişilemez bir lüksken, sosyal medyada birkaç fenomenle başlayan algının “bu çikolatalara sahip olmalısınız” mesajıyla pazarlamaya ve ticarete taşınması, toplumsal huzursuzluk ve sınıf farklarını daha da görünür hale getiriyor. Bu noktada lüks tüketim ideolojisinin popüler kültür aracılığıyla nasıl tetiklendiği sorusu karşımıza çıkıyor. “Sen de bu çikolataya sahip olmalısın!” mesajı, gelir düzeyi ne olursa olsun, bireyleri tüketime yönlendiren gizli bir baskı mekanizmasına dönüşüyor. Bunun ekonomik sıkıntılar içinde olan bireylerin iyi hissetme ihtiyacı, ekonomik durumları ne olursa olsun, prestijli görülen ürünlere yönelerek toplumda belirli bir statüye sahip olduğunu gösterme çabası gibi nedenleri olabilir. Ancak burada kritik nokta, bu tüketim alışkanlıklarının büyük bir ekonomik uçurum içinde gelişiyor olması. Bir yanda temel gıda maddelerine erişmekte zorlanan kesimler varken, diğer yanda lüks çikolataların sosyal medya aracılığıyla kitleselleştirilmesi, toplumsal adaletsizliği gözler önüne seriyor. Bırakın Dubai çikolatasını sıradan çikolatanın anlık mutluğuna bile kimse erişemiyor. Çocuğunu mutlu edemiyor. Bayramda eşine dostuna ikramlık çikolata alamıyor.
Bu lüks tüketim çılgınlığının yalnızca bireysel tercihlerle açıklanamayacağını da belirtmek gerekir. Tüketim kültürü, ekonomik krizin etkilerini göz ardı etmenin bir yolu olarak kullanılıyor. Lüks ürünlerin popülerleştirilmesi, ekonomik sıkıntılara rağmen bireylerin hala “iyi bir hayat yaşadığı” algısını yaratmayı amaçlıyor. Dubai çikolatası fenomeni, aynı zamanda lüks tüketimin, ekonomik eşitsizliğin, sosyal medya baskısının ve politik ekonomi stratejilerinin bir yansıması. Popülist yönetimler, hem iç siyasetteki kritik dönüşümleri hem de halkın duygularını yönetmek için çift yönlü bir strateji izler. Ekonomik kriz zamanlarında televizyon dizilerinde abartılı lüks yaşamların öne çıkarılması. Seçim öncesi sosyal yardımların artırılarak halkın ekonomik umudunun diri tutulması. Dış politikadaki kritik dönüşümlerin, ülkede infial yaratan yolsuzlukların, toplumun her kesiminde vicdani rahatsızlık yaratan ve itirazı yükselten olayların magazinsel veya tüketim odaklı olaylarla gölgelenmesi gibi. Bugünün popülist yönetimleri de halkın dikkatini ekonomik ve siyasi gerçeklerden uzaklaştırmak için fenomenleri yaratıyor.
Türkiye’de Siyasal İslam, başlangıçta mütevazı değerler, yerellik ve halkın inancıyla uyumlu bir sosyal düzen vaat ederken, zaman içinde göstermeci lüks ve popülist tüketim kültürüyle iç içe geçmiş bir modele dönüştü. Bugün gelinen noktada, dini referanslarla ülkeyi yönetenlerin öz değerleri terk edip, dinin araçsallaştırıldığı ve lüks tüketim üzerinden parlattığı bir düzene evrildiğini görüyoruz. Diyanet başkanının bindiği arabadan, beş yıldızlı otellerde düzenlenen dini etkinliklere, paha biçilmez saatler takan tarikat liderlerine uzanan bir çürümüşlük var karşımızda. Kendine yeten ülke olmak yerine ithal ürünlere bağımlı piyasalar yaratıldı. Dubai menşeli tatlıların, lüks Arap yaşam tarzının ve ithal markaların kutsanması inanç odaklı siyasetin ekonomik eşitsizliği meşrulaştırma aracı haline geldi. Lüks içinde yaşayan yöneticilerin, yoksul halka “sabır” tavsiyesi vermesi ve dini söylemlerle yoksulluğun normalleştirilmesi yanında Arap zenginlerine alabildiğine açılan kapılarla halkın erişemeyeceği şatafata açık davet çıkarılıyor. Siyasal İslam’ın halkın inancını temsil eden bir ideoloji olmaktan çıkıp, tüketimle parlatılan ve halkın erişemediği şatafatı kutsayan bir yapıya evrildiğini söyleyebiliriz. Din bu insanların elinde artık değer değil, bir PR malzemesi haline gelmiştir. Bunun en büyük örneklerinden biri Arap sermayesinin ve kültürünün Türkiye’de giderek daha fazla görünür olmasıdır. Bugün Arap sermayesi Türkiye’de birçok sektörü ele geçirmiş durumda, ancak bu ekonomik dönüşümün sonuçlarını tartışmak yerine, Dubai’den gelen bir çikolatanın peşinden koşturuluyor. Bugün Türkiye’de yaşanan şey, siyasal İslam’ın halka inanç özgürlüğü sosuyla vadettiği ve kendi tanımladığı öz değerlerine ihanet ederek, halkı tüketim kültürüyle yönlendiren bir gösteri düzenine dönüşmesidir.