Google Play Store
App Store

İnsanoğlu kuş misali diyeceğim, kuşlarla alakamız yok kuzum. Kuşlar dinozorların uzak akrabası, biz ise denizlerden sürüne sürüne gelmişiz, hala da sürünmeye devam ediyoruz, artık ne kadar daha sürünürüz, daha iyi bir insana evrilir miyiz, hiç sanmıyorum, zaten evrin dediğin şey de öyle iki üç nesille olmuyor. Yani bizim güzel günler görme ihtimalimiz çok da yok gibi. En azından hayattayken birilerinin cenazelerine katıldım. Çevremdeki herkesten önce ölmemeyi başardım, bu da bir başarıdır, daha da görmek istediğim cenazeler var haliyle. İnsan hayatta kalmak için yaşıyor, yoksa niye yaşayalım değil mi?

∗∗

Ama işte her şey böyle güllük gülistanlık değil. Dün gece rüyamda aksakallı bir dede gördüm. Dede dediysem, lafım gelişi, 46,47 yaşlarında bir genç. Saçlar gitmiş, kafa ful kel, kirpikler, sakallar bembeyaz. “Bu ne hal?” dedim. “Abi ülkenin durumu belli işte, her hafta başı birileri kendilerini fakirlikten, fukaralıktan raylara atıyor, köprüden atıyor, vallahi bala g*te yaşıyoruz şu hayatı.” dedi… Şimdi böyle denince insan hak vermeden edemiyor. Çocuğuna yemek bulamadığı için intihar eden anneleri filan düşününce içim ürperdi gece gece. Rüyamda, evin içinden göreceli sıcak yatağımda olmama rağmen bir titreme, bir serinlik geldi. Arada da doğalgaza %300 zam gelmiş zaten. Neyse ki kalın giyiniyorum, çoluğum çocuğum da yok, soğuktan bir şey gelir mi başlarına diye düşünmüyorum. Nasıl olsa vergilerimiz başımızdaki parazitlere gidiyor, konvoy oluyor gazlıyor, uçak oluyor uçuyor. Bize gelince de ikinci el kazak altına içlik, üzerine kalın fitilli kadife pantolon. Bütün memleket neredeyse evsiz gibi giyiniyoruz kışları. Sokaklarda renk yok, herkes gri, siyah, koyu kahverengi giymiş. Ayaklardaki potinler delik deşik, az bir yağmur yağdı mı, parmaklar kıvrıla kıvrıla, üşüye üşüye bir hal oluyor. Neyse 20 küsur yılda üşümeye, adaletsizliğe, hırsızlığa, haksızlığa açgözlülüğe alıştık… Yani aklım almıyor. Kendilerinden sonra gelecek 20 nesli besleyecek paraları, servetleri var, hala kene gibi kanımızı emmek, daha çok kazanmak, daha da güçlü olmak istiyorlar. İnsan arkadaşını seçiyor ama işte yöneticisini seçemiyor bizimki gibi diyarlarda… Neyse lafı uzattım, rüyamdaki ak sakallı yıpranmış orta yaşlı bireyden bahsedecektim. Buyrun bahsediyorum… “Abi dedi” bana, “Abi, yarın senin dünyadaki son günün” dedi… “Hayırdır ya başka bir öte gezegene filan mı tayinim çıktı?” diye şakaya vurdum. Karşımdakinin ölüm olduğunu anlamıştım. Bergman’ın filminde ölüm can almaya geldiğinde “Gel bir satranç atalım, sonra alırsın canımı” diyordu karakter. Ben satrançta pek iyi olmadığım için şakaya vurayım dedim mevzuyu… “Abi öyle olmuyor, yeni bir karar çıktı” dedi, “Göklerden gelen bir karar?” diye şaka yapayım dedim, komikti ama gülünmedi nedense… “Göklerden de o şekilde gelmiyor da, şimdi yeni bir karar demiştim ya. Artık insanlara hayattaki son günlerinin geldiğini iletme kararı aldık, böylelikle hayatlarını daha anlamlı kılmayı ve daha iyi bir müşteri memnuniyeti hedefliyoruz” dedi… “Müşteri memnuniyeti mi?”, “Eh işte yani onca yıldır hayat var, pek bi faydamız olduğu yok gibi algılanılıyor. Depremler, savaşlar, salgın hastalıklar neden engellenmiyor, diye soruyor ateistler, o yüzden biz de artık yeni bir uygulama ile insanlara hayatlarının son gününün geldiğini tebliğ etmeye başladık”... “Hah çok iyi… Çok iyi yapmışsınız, şimdi yarından sonra ölüyor muyum yani?” diye sitem ettim, sitem sevgiden doğar, zaten bir günüm kalmış ölmeye, ne olacaksa olsun. “Kesinlikle” diye cevapladı kel ve ak sakallı birey. “Şimdi bi iki saate uyanırsınız, sonra hayatınızın son gününü doyasıya yaşarsınız” dedi ve lüks bir araba binip uzadı…

∗∗

Gerçekten de dediği gibi iki saat sonra uyandım. Hava leş gibi, İstanbul’da yine yağmur şov var, bir yerleri yine su basmış, büyük ihtimalle bir önceki gece bu boğulanlara da tebligat yapılmıştır. Cepte iki kuruş para var, bari, Taksim’e gideyim insanlara, hayata, son bir kez daha bakarım, sonra da sabaha kadar yürüyüş yapar, sonra da ölümüne uyurum, diye düşündüm. Atladım Taksim’e doğru, e iki durak yaklaşınca metro iptal oldu. Kadınlar yürüyüş yapmasın diye Taksim’i kapatmışlar. Polise derdimi anlatmak istiyorum bana “E-devletten adresini göster anca öyle İstiklal Caddesi’ne girebilirsin” diyor… Tadım kaçtı, gerisin geri Karaköy’e indim, en azından bir vapurla Kadıköy’e geçer, yolda da boğaza son bir kez bakarım diye düşündüm. Vapur geldi, gelmez olaydı. O şekilsiz, zevksiz bir tasarımcı tarafından hazırlanmış aşırı pahalı tuvalet terliğine ya da çaydanlığa benzeyen o vapurlardan. Hava zaten leş, vapurun içi rutubetli, dışında durulmuyor. Söylene söylene Kadıköy’e geldim, sahilden Moda’ya yürüdüm, çok üşüdüm. Dedim zaten son günüm, bari Moda Burnu’nun tam burnundaki tuhaf güneş saatinin solundaki banka oturdum. Uyumuşum. İşte dünyadaki son günüm de diğer günlerim gibi böyle güme gitti.