Google Play Store
App Store

Dünyanın sonundan daha görkemli bir şey, bir şov bekliyor insan ama yok işte, bu kadar. Dünya yıkılsa gece dişimizi fırçalayıp, kremimizi sürüp yatıyoruz.

“Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin.”  Bu kadar işte...

Ece Vitrinel - Doç. Dr. 

Bu yazıyı asla küçük ekranda izlenmemesi gereken bir filmin küçük ekranlardan izlenebilir oluşu şerefine yazmak içinde bir miktar tezat barındırıyor. Fakat bu derece bugüne dair bir film hakkında hemen şimdi bir şey yazmamaktan doğacak rahatsızlıkla yaşamak yerine bu tezadı kucaklamayı seçiyorum. Romanya Yeni Dalgası ya da Yeni Romanya Sineması diye de adlandırılan güncel Romanya sinemasının önemli isimlerinden Radu Jude’un son filmi Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin 43. İstanbul Film Festivali’nde gösterildikten hemen sonra MUBI’ye geldi.

Neden küçük ekranda izlenmemeli dedim, çünkü her şeyden önce film 163 dakika. Ve bu süre boyunca bir prodüksiyon asistanının sabah 5:50’de başlayıp hiç bitmeyecek gibi süren tek bir iş gününü ağırlıklı olarak ve kimi zaman fazlasıyla grenli siyah beyaz görüntüler eşliğinde, değişen format ve araya giren TikTok videolarına uyum sağlayarak izlemek kolay iş değil. Peki bu filmi küçük ekranda da olsa neden illa izlemelisiniz? Çünkü günümüzde sinemanın ne olduğu ve ne olabileceğine dair bir öneriyi (hadi çekinmeyelim dersi diyelim), böyle “nitelikli bir deliliği” başka nerede bulacaksınız ki?

SİNEMAYI ARIYORKEN OLMAKTAN KORKTUĞUM YERDEYİM, HER YERDEYİM

Bir elimizdeki telefona, bir karşımızdaki bilgisayar ekranına, bir yanımızda oturana bakıyoruz. İzlediğimiz Instagram hikayesinin beş saniyesini duyup, o beş saniyeyi sohbet ettiğimize inandığımız kişinin anlattıklarının çeyreğine katıyoruz. İşte şimdiye kadar yapılmış her filme benzeyen ve de hiçbirine benzemeyen bol sıçramalı Her Şey Her Yerde Aynı Anda, görsel-işitsel metinler arasındaki bu hiç bitmeyen yolculuğumuzun, hiç durmadan zamanı parçalayıp ekranı böldüğümüz günümüzün filmiydi kanımca. Farklı tipte görsel-işitsel metinlerden faydalansa da ayaklarının yere daha sağlam bastığını iddia edebileceğimiz ve yine sırf adıyla bile derdinin büyük kısmını aktaran Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin ise zamanın ruhunu farklı bir yöntemle anlatıyor.

Normal mesaisi 15-16 saat olan, kimi TV ve reklam işlerinde 20 saat çalışmak durumunda kalan prodüksiyon asistanı Angela, Romanya’da mobilya fabrikaları olan bir Avusturya şirketinin iş yeri güvenliği reklamında görünecek kişiyi aramaktadır. Gerçekten bu fabrikalardan birinde geçirdiği iş kazası yüzünden sakat kalmış işçiler arasından seçilecek bu kişiden beklenen şey, bin avro gibi bir ücret karşılığında kayan hayatının sorumluluğunu üzerine alarak kamera önünde poz kesmesidir. Hikayesini anlatma yetisi gibi ekrandaki görünümünün de iyi, en azından sakatlığı görsel olarak “kabul edilebilir” olması gereken “mükemmel” engelli işçiyi arayan Angela, Bükreş sokakları ve caddelerinin altını üstüne getirirken bir başka devrin şoför Angela’sıyla diyaloğa girer. 1981 yapımı, Lucian Bratu imzalı Angela Moves On filminden alınan görüntülerle Komünist Romanya ve geç kapitalizm yorgunu günümüz Romanya’sı paralel kurgu marifetiyle bir araya gelir. Angela Moves On’dan alınıp yavaşlatılan kimi sahnelerdeki yorgun ve mutsuz yüzler her iki dönemin de umutsuzlukta ortaklaştığını düşündürürken, Çavuşesku döneminde taksi şoförlüğü yapan Angela ile günümüz Angela’sının yolları bugünün Bükreş’inde de kesişir. Çünkü Angela Moves On’da Angela’yı canlandıran oyuncu Dorina Lazar’ın yaş almış haliyle bir kez daha canlandırdığı Angela’nın oğlu da, iş kazası sonucu tekerlekli sandalyeye mahkum olmuş bir işçi, dolayısıyla reklam filminin “yıldız” adaylarından biridir.

“YAMYAMLAR ARASINDA HİÇ VEJETARYEN VAR MIDIR?”

Radu Jude’un sıradışı uyarlama yöntemi, bir filmi yeniden çekmeden çekmesi hatta onun devamını getirmesi, kendi çektiği çekmediği ne varsa bir araya getirip neticede kendine mal etmesi günümüzün remix kültürüyle uyumlu bir görünüm sergilerken yönetmenin düşünme ve çalışma yöntemini de yansıtıyor. Dora Leu ve Öykü Sofuoğlu’nun Jude ile MUBI Notebook için yaptıkları şahane “neoliberal enkazda hümanizmi bulmak üzerine sohbet”ten öğreniyoruz ki, yönetmen düşüncelerini internetten sürekli kopyalayıp kaydettiği ve düzenli olarak ziyaret ettiği klasörlerce resim, fotoğraf, video ve memlerle tetiklemeyi seviyor. Filmde karşımıza çıkan, otoban kenarında, o otobanda yaşanan kazalarda ölmüş insanlar için yaptırılmış türlü çeşit mezar taşının peş peşe geldiği dört dakika uzunluğundaki, izleyenin sinirlerini bozan sessiz sahne, böyle bir “derleme” mantığıyla çekilmiş hissini veriyor. Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin’de “dünyanın en kötü filmlerinin yönetmeni” olarak ün yapıp film eleştirmenlerini boks maçına davet etmesiyle (evet dövmek için) tanınan Uwe Boll kendisi olarak yer alıyor, yeşil ekranlar, zoom görüşmeleri de “eski” ve “yeni” filmden rol çalıyor. Fakat yönetmenin internet kültürü ile bu yakın ilişkisi kendini en parlak haliyle, Ilinca Manolache tarafından mükemmel şekilde canlandırılan prodüksiyon asistanı Angela’nın alter egosu, sosyal medya avatarı Bobita’da gösteriyor. Angela’nın zorlu iş temposuna dayanabilmek için yarattığı ve bazen hiç olmadık dramatik anların akabinde çektiği videolarla sığındığı TikTok, Instagram fenomeni Bobita toksik erkekliği, kadın düşmanlığı, servet övücülüğü, kaba diliyle erküre üyesi, şok edici bir karakter. Öte yandan işçilerin hikayelerini manipüle etmeye çalışan sistemin, Avusturya’dan gelen beyaz Avrupalı kibar pazarlama müdürünün kan dondurucu hoyratlığının yanında Bobita’nın kabalığı, bayağılığı nedir ki diye düşünmeden edemiyor insan. Romanya izin vermeseydi Avusturyalı şirket Romanya ormanlarını katledemezdi... İşçiler bireysel hatalar yapmasalar kaza geçirmez, sakat kalmazlardı... Avusturyalı müdür her şeyin müsebbibi olduğumuz bir dünyada hiçbir şeyin sorumluluğunu almayalım diye uydurulan bir yöntem öneriyor Angela’ya ve bizlere: akışta kalmak...

Zamanın ruhuna didaktiklikten olabilecek en uzak mesafeden bakan Jude, filmi efsane olmaya aday 35 dakikalık bir tek planla bitiriyor. Sinema tarihinin en iyi tek planları dendiğinde aklımıza gelen o görkemli kalabalık sahnelerden, kameranın sürekli yer değiştirip belli bir koreografiyi izlediği teknik gösterilerden çok farklı bir yerdeyiz. Güncel Romanya sinemasının bir başka önemli ismi Cristian Mungiu’nun 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’de karakterini ve bizi hapsettiğine benzer bir sabit planın içindeyiz. 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’ün ana karakteri, komünist Romanya’da illegal yollarla kürtaj olmaya çalışan arkadaşını bir otel odasında yalnız bırakmak zorunda kalıp bitmeyen bir aile yemeğinde sıkışıp kalır. Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin’in finalindeyse engelli işçi ve ailesiyle birlikte, iş güvenliği reklam filminin sonu gelmeyen çekimlerinde mahsur kalıyoruz. Işık, filtreler, dekor, hatta hava durumu değişiyor, sömürü, riyakarlık, herkes kendi işine baksıncılık, günü kurtarmacılık hiç değişmiyor. Sözün kıymetinin, yazının grafik izinin, görüntünün gerçekle bağının kalmadığı bir noktadan halimize, kendimize bakıyoruz. Dünyanın sonundan daha görkemli bir şey, bir şov bekliyor insan ama yok işte, bu kadar. Dünya yıkılsa gece dişimizi fırçalayıp, kremimizi sürüp yatıyoruz. Gelecekten en temel beklentimiz daha az kırışıklıkmış gibi yaşayıp gidiyoruz. Bobita soruyor: “Yamyamlar arasında hiç vejetaryen var mıdır?”