Düşman kardeşler: Güven ve İhanet
Günnur AKSAKAL
Düşünmek zorlayıcı, cesaret gerektiren bir eylemlilik biçimi. Hele de düşündüğümüz konu iç dünyamızla ilgiliyse kimi zaman süreç ürkütücü bir hâl alabilir. Güven ve ihanet gibi konularda sinir uçlarımızı keşfetmek, yaralarımızı sarmaya çalışmak, tabir caizse ruhumuzu didik didik etmek kolay iş değil.
Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanan, Brigitte Labbe imzalı “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisinin 34. kitabı Güven ve İhanet, gerçek hayattan alınan örneklerle bu iki kavram üzerine düşünmeye davet ediyor. Jacques Azam’ın resimleri ve Azade Aslan’ın çevirisiyle raflarda yer alan çalışma, on sekiz başlık altında günlük yaşamda karşılaştığımız durumlardan yola çıkarak bazı sorular soruyor. Bu sorular ışığında yeni düşünme yolları, tartışma biçimleri yaratmamızı sağlıyor.
Dünyaya baktığımız pencere her birimiz için apayrı. Doğrular, yanlışlar, kırmızı çizgiler, olmazsa olmazlar, asla yapmayacaklarımız… Kısacası bizi biz yapan her şeyi kendi vicdan muhakememiz ve dünyayı görme açımız belirliyor. Peki, prensiplerimiz ve ilkelerimiz değişmez mi? Değişirse kendimizle kurduğumuz güven ilişkisi zedelenir mi? Yaralanır mıyız?
Tam bu noktada Güven ve İhanet’te örnek verilen bir olayı anabiliriz. Arkadaşlarıyla kurduğu rap grubundan ayrılmak isteyen Pamir’in hikâyesi hepimizin aşina olduğu türden. Pamir, solo çalışmalar yapmak için kurucusu olduğu gruptan ayrılmak istediğini söylüyor ancak bir dirençle karşılaşıyor. Menajeri, Pamir’i hem arkadaşlarına hem kendine ihanet etmekle suçluyor. Durum gerçekten böyle mi? Güven ve İhanet, yeni düşünme yolları inşa edebilmek için kendine ihanet etme meselesine başka bir bakış açısı getiriyor: İhanet mi, dönüşüm mü?
“5 yaşında, 9 yaşında, 20 yaşında, 54 yaşında, 86 yaşında aynı olmayız. Hiç kimse sonsuza kadar değişmeden kalmaz: Zevkler çeşitlenebilir, istekler evrilebilir, fikirler değişebilir; planlar da öyle.”
Güven ve İhanet, odağını yalnızca insanlar arasındaki güven bağına değil, bireyle toplum arasında kurulması gereken güven ilişkisine de çeviriyor. Gittiğimiz doktora, bindiğimiz otobüsün şoförüne, yemek yediğimiz restoranın aşçısına, kombimizi tamir eden servise güvenmemiz gerekiyor. Toplumun bir parçası olarak beklentimiz hayatımızı düzenleyen kurumlara, yasalara, yasa yürütücülere, denetçilere her an güvenebilmektir. Eğer devletin herhangi bir kurumu ya da toplum vicdanı tarafından aldatıldığımızı düşünürsek daima bu endişeyle huzursuz bir şekilde yaşamaya mahkûm oluruz.
Güven kelimesi sözlükte korku, çekinme, kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu olarak tanımlanıyor. Bu tanım üzerinde biraz durup soluklanmak gerek. Çoğu zaman güvenmeyi, gözü kapalı itimat etmek olarak algılarız ancak ne insani ilişkilerde ne de toplumla kurduğumuz ilişkide güven duymak tam da bu anlama gelmez. Kuşkusuz, çekincesiz şekilde inanmak için temkinli olmak, sorular sormak, aldığımız cevapları değerlendirmek gerekir. Bu doğal tavır baktığımız her yerde, kişide ihanet bulmaya çalıştığımızı göstermiyor. Doğduğumuzda güven duygusu sorgusuz sualsiz ve mutlak olarak hissettiğimiz bir duygu olarak cebimizde gelir. Ne yazık ki yaşam boyu karşılaştığımız irili ufaklı ihanetler, güven duygusunun kendisine duyduğumuz güveni sarstığı için kendimizi korumak, yara almamak isteriz. Bu nedenle güvenmemeyi tercih edebiliriz.
Güven duygusu, bizi ilişki kurduğumuz insanlara ve topluma yakınlaştıracak ya da onlardan uzaklaşma kararı aldıracak kuvvette. Güven inşa etme ile ihanete uğrama tehlikesi arasında yaşadığımız yolculuğu tuhaf bir döngü olarak tanımlayabiliriz. Tam bu noktada Labbe ve Dupont-Beurier’e dönelim: “Tarihte ilk kez bir insan diğerine ihanet ettiğinde, bir daha hiç kimsenin birbirine güvenememesi beklenirdi. Ama hayır, öyle olmadı.”
Gerçekten de dünya üzerinde yaşanan ihanetler birini sevmemize engel olmuyor, güvenmenin yollarını arıyoruz. Hâlâ birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz. Biliyoruz ki, “Güvenme ihtiyacı ve isteği, ihanete uğrama korkusundan daha güçlüdür.”