Ailenin bizde oluşturduğu duygu tonunun asla içinde yaşadığımız sosyopolitik yapıdan bağımsız olamayacağı önemli bir gerçek. Kültürel anlamda her ne kadar modern şehir hayatında çekirdek aile örüntüsü hüküm sürse de geniş ailenin etkisini tahmin edebiliriz.

Duygusal bir iklim olarak aile

Nesli Zağlı

“Bütün mutlu aileler birbirine benzer ama her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” L. M. Tolstoy

İnsan yavrusunun içine doğduğu, içinde serpilip şekillendiği ve bir ömür kendiyle beraber taşıdığı aile kavramı, hangi analiz seviyesinden bakarsak bakalım kritiktir. En genel bakışla, aile toplumun çekirdeği ve toplumu temsil edendir. Ayrıca aile özel mülkiyet kavramı açısından da sosyopolitik bir önem taşır. Toplum ve politik sistem, aile olarak adlandırılan bireyler seviyesinde kendini adeta dikte eder. Bu anlamıyla aile sınıfsal sistemin ve bunu gözeten ahlak ve değerlerin garantisidir. Ancak merceği değiştirdiğinizde ve aileye bireyi çerçeveleyen bir bağlam olarak baktığımızda, önümüzde bambaşka bir pencere açılır. Psikolojik analiz seviyesinde baktığımızda, aile bireyin rastlaştığı ve her etkileşimle hayali bir kumaş gibi ilmek ilmek dokunduğu bir sistemdir. Gerçekten de aileyi sistemler teorisi bağlamında ele almak psikolojinin yaygın bir pratiğidir. Ancak aile birey için, mekanik bir sistemler bütününden ötesi, içinde bir duygular evreni barındıran bir duygusal iklimdir.


Duygusal iklimimizi oluşturan ilk süreçler doğumumuzdan bile önce başlar. Bir bebeğin ailenin hangi döneminde, kaçıncı çocuk olarak doğacağı, planlı veya plansız oluşuyla başlar. Bunu hızlıca okuyup geçmeyin çünkü örneğin Türkiye’de iki- üç kız çocuktan sonraki yeni kız çocuk olarak dünyaya gelmenin, ailenin çöküntülü bir işsizlik veya iflas dönemine denk gelmenin, annenin fiziksel ve ruhsal durumunun daha doğum bile olmadan bizi ne kadar çok etkileyebileceğine şaşırabilirsiniz. Kısacası bizi belirleyen ruhsal iklim, bizim rahime düşüşümüz öğrenildiği an başlar. Çocuk henüz gerçek dünyada olmasa da, örneğin istenmeyen gebeliğin öyküsü yıllar boyu kulaklarımıza ve içimize dolacak; bizi hep bu hayata bir fazlalık gibi gelmiş gibi hissettirebilecektir. Doğumunuza, bebekliğimize ve gelişimimize dair aile içinde anlatılan her öykü kendimize dair ilk aynalanmamızdır ve yaşam boyu dışarıdan gelen her geri bildirime bir çerçeve oluşturacaktır.

Yaşamın ilk yılları önce anne (yoksa başka bir bakım verenle), sonra da başta baba ve kardeşler olmak üzere diğer aile üyeleriyle dolup taşacaktır. Yetişkinin hayatının etkileşim ve iletişimlerle dolu olduğu düşünülürse, aile içindeki ifadeler, tartışmalar, düşünce ve duygunun dışa vurumu; bize dair, ötekine dair ve ilişkilenmeye dair ilk duygusal izleri oluşturacaktır. “Benimle, beni de görüp fark ederek, sakin ve tane tane, anlamamı arzulayarak iletişim kuruyorlar” cümlesinin psikolojik Türkçesi: Ben varım, değerliyim, hayatta karşılaştığım diğer insanlar da beni önemseyip muhatap alacaktır. Aile içinde dolaşım dilinin esasları ve önemi bambaşka bir konu. Ailenin üzerimizde yarattığı ruhsal ve duygusal iklim sadece sözlere ve
dile değil, diğer seslere, kokulara, dokulara ve varlıklara da dair.
Ruh sağlığı uzmanları olarak, spor veya macera olsun diye insanların çocukluklarına “inmiyoruz”. Bana kalsa ben zaten çocukluğa inmek değil, çocukluğa çıkmak derim çünkü çocukluk muteber bir mertebedir. Yüz yıla yakındır psikolojik bilimlerde, bireylerin gelişimsel öykülerinin yetişkin olarak ruh sağlığı üzerindeki etkileri araştırılıp açıklanıyor. Hele son yıllarda erken çocukluk çağı travmalarının gelişimsel etkisi yoğun ve kapsamlı olarak inceleniyor (nörobiyolojik yönleri ağırlıklı olarak). Peki, bu çocukluk çağı travmaları nereden geliyor? Karşı komşunun zorba oğlundan mı, sert gaddar ilkokul öğretmeninden mi, tacizci esnaftan mı? Evet evet Türkiye’de aile hayatı ahlakın garantisi ve istismarcılar hep aile dışından, kabul. Bunu kabul ettiğimiz ve aksini tamamıyla reddettiğimiz an bunca aile içi şiddeti, istismarı, hatta ensesti yaşayan tüm o kurbanları nasıl kapsayıp kollayabiliriz ki?

Aile hayatının “ahlak” ile bir bağlantısı varsa o da aile bireylerinin sağlıklarının, varlıklarının, sınırlarının gözetilmesinden gelir. Mutlu aile “ahlakı bütün” aile değil sağlıklı ailedir. Bu yazıyı okuyan bir yetişkin olarak ister istemez kendi ailenizi ve tanık olduğunuz aile hayatlarını düşünmüşsünüzdür. Mutlu bir aile mi sizinki de? Ben sorduğumda bazen şöyle bir yanıtla karşılaşırım: “Ben mutlu bir ailede büyüdüm, hiç kavga gürültü olmazdı evde. Annem ve babam zaten pek konuşmazdı. Bize bakılırdı,sessiz sakindik”. Bu anlatılan “kutsal sessizliğin”, kimi zaman en ağır duygusal ihmalleri içerebileceği, övülen o kendi kendineliğin yetişkin hayatında nasıl katlanılmaz ruhsal boşluklar yaratabileceğini bilseniz… O birbirinin yüzünü unutmuş anne ve babanın ilişki tarzının, ilerideki kadın-erkek ilişkilerinin insanı yutan boşluklar oluşturacağını da…

Aile hayatımız yetişkinlik hayatımızın ana renklerini belirleyen baskın bir resimdir. Başta anneyle olmak üzere aile içindeki tüm temaslarımız hayatla nasıl bir temas halinde olacağımızı belirler. Tolstoy, mutsuz ailelerin kendine özgü mutsuzlukları vardır derken, mutsuz ailelerin ortak özelliklerini yok sayıyor olabilir: iletişimsizlik, benmerkezcilik, üretimsizlik, kısırlık, boşluk, tahammülsüzlük, fiziksel veya psikolojik şiddet, manipulasyon, alkolizm, bağımlılık, ekonomik tutarsızlık… Bana kalırsa aile gibi belirgin bir bağlamı mutluluk ve mutsuzluk ekseninde ele almak da bir kısırlık yaratıyor. Mutluluktan çok daha geniş yelpazede duygulanımlar yaratan bir iklim aile hayatı. Aile evinden valizinizi alıp çıktığınızdan itibaren kocaman bir boşluk ve olmamışlık duygusunu da beraberinizde sürükleyebilirsiniz; canlılık, hayaller ve idealleri de. Ilıman bir yetişkinlik, büyürken ailenizde kaç fırtına, kaç don, kaç yangın, kaç nadas, kaç kuraklık yaşadığınıza bağlı.

Ailenin bizde oluşturduğu duygu tonunun asla içinde yaşadığımız sosyopolitik yapıdan bağımsız olamayacağı da önemli bir gerçek. Kültürel olarak bakıldığında her ne kadar modern şehir hayatında çekirdek aile örüntüsü hüküm sürse de geniş ailenin ve ona ait dinamiklerin bireysel ruhsallık üzerindeki etkisini tahmin edebiliriz. Bu noktada yıllarını kolektif toplumlardaki aile yapısını açıklamaya adamış rahmetli hocamız Çiğdem Kağıtçıbaşı’nı saygı ve minnetle anmak gerek. Belki de Türkiye’deki mevcut aile yapısını hem bu kültürler arası yaklaşım hem de özellikle son 20 yılda sosyopolitik, ekonomik ve değerler sistemi basınçlarıyla ele almalıyız. Türkiye’de aile ikliminin de hem yerel hem global bir ekokrizle (ve pandemi yükünün gerçekliğiyle) boğuştuğu kesin. Aile içindeki iletişim dili, konumlandırmalar, aile olma ve bir aradalık hissi, empati, emek ve duygu tonu da dönüşüyor olabilir. Bugünün aile ikliminin, serpilen çocuk ve gençler üzerindeki uzun dönemdeki etkilerini önümüzdeki on yıllarda hep birlikte göreceğiz (Ben emekli olup kendi iklimimin tadını çıkarıyor olabilirim).