Duyuş, ses, söylem
Hikâye ne kadar benzersiz olursa olsun, büyük bir arka plan olan müzikal yapı güçlü değilse bir şeyler eksik kalır. Hikâyenin belli bir tarza kavuşmasını sağlayan temel birim dilin müziğidir. Bunun en etkili örneklerini sözlü edebiyatta da görürüz.
Fadime USLU
Müzikal duyuşu kuvvetli olan kalem erbaplarının metinlerini okurken metnin iç müziği eşlik eder bize. Yazılı her eserde sözcüklerin kaynaşmasında, cümlelerin birbirine bağlanmasında, olay örgüsüyle gözümüzün önüne serilen kompozisyonun bütününde varlığını hissettiren büyük bir arka plandır müzikal yapı. Hikâye ne kadar benzersiz olursa olsun, bu arka plan güçlü değilse bir şeyler eksik kalır. Hikâyenin belli bir tarza kavuşmasını sağlayan temel birim dilin müziğidir. Bunun en etkili örneklerini sözlü edebiyatta da görürüz. Çıkış noktası geçen yüzyılın başına tarihlenen Fütürizm, Kübizm gibi sanattaki büyük devrimlerde, Dadaizm gibi bir yolda da. Masal, destan anlatıcıları sesi enstrüman gibi kullanırken güzelleşir hikâye. Bizi sürece bağlayan tamamen sesin düzenidir. Anlatılanla anlatma biçiminin mükemmel uyumudur. Fütürist devrimci sanatçılar ise sesin gerilla savaşçısı gibi tavır takınması için çağına haykırır. Özgürlüğe kavuşmuş sözcüklerdir onların sanattaki esas birimleri.
Önce, sözlü edebiyatta sesin müziğinde biriken gerilimin bir sonraki kuşağa aktarılma hikâyesine bakalım. Yılmaz Güney’in önce edebiyata, sonra sinemaya yönelmesindeki kaynağa. Güney, Hücrem kitabındaki “Yenice’nin Atları” başlıklı metninde şöyle diyor: “Çocukluk günlerim, anamın acıklı, türkülü masallarıyla, hikâyelerle doludur. Yenice’de, o uzun kış geceleri, masal anlatsın diye zengin evlerine çağırırlardı anamı. Anam, çocuklar bir odaya doluşur, anamı dinlerdik. Herkesi ağlatırdı anam. Biz de ağlardık. Masal kahramanlarının ağzından türküler söylerdi anam; dokunaklı ve etkili…”
Masal anlatıcılığında anlamı yöneten temel unsurdur ses. Bedenle dışa vurulan jestler, mimikler sese eşlik eder. Müziğe özgü zamanlama, ahenk, harmoni tınılarla, sesin akisleriyle bedenlenir. Hikâye anlatıcısı bir yandan hikâyeyi ilerletir, anlamı ilmek ilmek örerken bir yandan da olay akışını durdurma, daha önce anlattığı ayrıntıları tekrar etme, yeniden aynı noktaya dönme gibi yöntemlerle dinleyicinin ilgisini diri tutmaya çalışır. Olay akışının ritmi de sesle düzenlenir böylece.
Yılmaz Güney sanatının bütününe baktığımızda özellikle onun ritmi düzenleme biçiminde sözlü anlatma geleneğinin izlerini görürüz. Örneğin, Boynu Bükük Öldüler romanında hikâye ileriye doğru ilerlerken, sahnelediği zaman kesitinde geçmişten bilgileri aktarır anlatıcı ses. Bu bilgiler, genellikle karakterin yaşantısında, tercihlerinde, gelenekle ilişkisinin sergilenmesi sırasında ortaya çıkar. Karakterin, mekânın, koşulların gerçeğiyle ilgili bilgiler tekrar edilerek işlenir. Tekrarlar, belli bir ritim kurulmasında etkiliyken, bilginin okura hatırlatılması işlevini de görür. Annesinin masal anlatan sesi, Güney’in hikâyeciliğindeki köklerin kaynağıdır.
Fethi Naci, Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme kitabında “Boynu Bükük Öldüler’de de köylülere bir Yaşar Kemal bakışı var” demektedir. Bu bakışın kaynağına inmek için iki yazarın da beslenme damarındaki ortalığa bakmak gerekir. Yaşar Kemal, yazmadan önce sözlü edebiyatla beslemiştir dağarcığını. Derlemeci yönü, anlatıcılığını güçlendiren büyük gücüdür.
Yaşar Kemal, dengbej geleneğinde olanı yazıya aktarır. Tabiatla insan doğasını bir tutarak anlatırken ses, söz tekrarlarına, yankılamaya başvurur. Durumun gerçeğini törensi bir edayla aktarır. Anlatısını destansı boyuta taşmasının başında bu tutumu gelir. Fethi Naci, Yüz Yılın 100 Romanı‘nda “Yaşar Kemal’de tabiat, dışarıdan bakılan bir madde değildir, yaşantının bir parçasıdır” der. Yaşantıdan öte, birbirinin içinden doğan oluş hâlleridir anlatılan. Yaşar Kemal’in dili de doğanın coşkusuyla biçimlenir.
“Çam ağacıyla kabuğu arasında incecik, kâğıt gibi ak bir zar olur. Kabuğu soyunca bu zar kabukla birlikte gelir. Sonra o da kabuktan soyulur, yenir. İşte buna ‘yalabuk’ denir. Çamdan başka, sedirden, köknardan da çıkarılır. Çiğnerken, kocaman, kekikli, naneli, sakızlı, pınarlı, çiçekli, yar buzlu bir orman kendindeymiş sanırsın. Bütün tadıyla, kokusu, rüzgârlarıyla orman sende uğuldar.” (Ortadirek, s.251) “Güneşten önce, bir tatlı aydınlık, bir yumuşak aydınlık, toprağa, yollara, tarlalara yayılıyordu. Doğanın, hayal düzenine hoş gelen bir gizi vardı. Çok sonralara kalacak, çok sonraları etkileyecek bir tattı bu. Koyuluğu kendisine süs edinmiş boşlukta ortaklaşa bir duygu yaşıyordu. Bu boşluğun içinde, binbir düşünce, binbir ıssız renk, binbir böcek, kuş, çalı, ot, çiçek, toprak birbirlerinden uzakta ve kendilerinin de sezemediği gizli bir uyum içinde gönülden gönüle akıyorlardı.” (Boynu Bükük Öldüler, s.200)
Yaşar Kemal’in doğayla insanı kaynaştıran sesinin yankısını, Boynu Bükük Öldüler romanında buluruz. Güney’i rüzgârı, denizi, taşı, toprağı, hayvanları kişileştirmesini, insanın iç dünyasında olup bitenlerle dışındaki doğayı bir tutmasını. İki yazarın sesinde duyduğumuz doğayla insanın paylaştığı eşit bir yaşamın dile gelmesidir.
Sözlü edebiyat hepimizin esas kaynağı. Elbette, ona kulak verdiğimizde. Sesin aurasını kuran duyguyla biçimlenmiş hikâyedeki düşünce, sesle sözün birbirini tamamlaması -birbiriyle tamamlanması sürecinde insanın kendini yeni bir uzamda bulması, yeni bir çevrelenme hissine kapılması. Sözlü edebiyattaki seslenişin tınısı, edası, tavrı, hükmü bunları yapıyor. Anlatıcı, geleneğin çeperlerinden yeni bir form yaratıp hikâyedeki bilgiye yaşam deneyimini ekleyerek duyuruyordu sesini. Ne var ki kapitalizmin ürettiği kültür endüstrisi, modern dünyanın krizleri sözlü edebiyat geleneğinin değerini yerle bir etti.
Bugünün edebiyatında sesi görüntüye ekleyerek müzikal bir form olarak değerlendiren yazarlardan söz ettiğimizde Faruk Duman’ın ilk öykülerinden itibaren yazdığı metinleri, Emir Çubukçu’nun Günün O Belirsiz Vaktinde kitabıyla Erdal Güney’in Kasabanın Akşam Halleri adlı kitabındaki öyküleri anabiliriz. Bir de şunu sorabiliriz: Erdal Güney gibi hikâyeyi müziğin içinden gören, müzik üzerine çalışan, görüntüdeki anlamın müziğini hikâyeyle kuran Cortázar, Borchert, Vüs’at O. Bener, Bilge Karasu, Ahmet Hamdi Tanpınar, günlük yaşamda kullandığımız sözcüklere nota işaretleriymiş gibi davranarak besteler mi yapmışlardır? Öyle değerlendiriyorsak bu bestelerin içeriği edebiyatı ne ölçüde genişletmiştir?
Bugün tek sesin ürünüymüş gibi tıkır tıkır çalışan ve makine işine benzetilen üretilmiş eserlerle kaplı bir endüstri hegemonyası var. Körüklenen ve sürekli yenisi üretilen bu mekanik ton, Nâzım Hikmet’in “Herkes Gibi” şiirindeki bir dizeyi anımsatıyor: “Akisleri sönen bir ses gibisin.” Oysa “makineleşmek istiyorum” diyen Nâzım Hikmet’in çağına seslendiği dönemdeki sözleri ülkedeki sesler arasında yepyeniydi.
Nâzım’ın ilk dönem şiirlerine, putları yıkıyoruz programına esin olan Mayakovski, Rus Fütürizminin kurucularından. Mayakovski de arkadaşlarıyla yayımladığı “Genel Beğeniye Tokat” bildirisinde “Puşkin’i, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, vb’ni, çağdaşlık gemisinin bordasından fırlatıp atmak gerekir” demişti. Bağlı olduğu LEF (Sol Sanat Cephesi) daha sonra REF (Devrimci Sanat Cephesi) peş peşe yayımladığı programlarda yeni bir dilin manifestosunu duyurdu dünyaya. Aralarında Ekaterina Nizen, Elena Guro, Nikolai Burliuk, Aleksei Krutçenykh’in olduğu fütüristler şöyle diyordu: “Bizler, aşağıda düzen içinde gördüğümüz yeni yaratış ilkelerini ilk ortaya atanlarız:
Sözcüklerin kurulmasını ve telâffuzunu dilbilgisi kuralları bakımından ele almayı bir yana bıraktık ve harflerde söylemin yönlendirilmesinden başka bir şey görmemeye başladık. Sözdizimini parçaladık.
• Sözcüklere, grafik ve sessel özelliklerine göre bir anlam vermeye koyulduk.
• Öneklerin ve soneklerin rolünü kabul ettik.
• Bireysel durumun özgürlüğü adına yazımı reddediyoruz.
• Adları, sadece sıfatlar yardımıyla değil (bizden önce her zaman böyle yapılmıştır), söylemin öteki ögeleri ve hatta tek tek harfler ve sayılarla da niteliyor ve şöyle düşünüyoruz:
• a) müsveddeler ve taslaklar da yapıtın ayrılmaz bir parçasıdır.
• b) yazılı harf, şiirsel itkinin kurucu bir ögesidir,
• c) bundan ötürü Moskova’da özyazı, “kendinde yazı” kitapları yayımladık.
• Noktalama işaretlerini bir yana attık ve böylece ilk olarak sözsel kitlenin rolünü ileri sürdük ve benimsedik.
• Sesli harfleri atılımı belirleyen zamanlar ve mekânlar ve sessiz harfleri de renk, koku ve ses olarak kavrıyoruz.
Ritimleri kırdık. Hlebnikov, canlı ve konuşulan dilin şiirsel veznini ortaya koydu. El kitaplarında vezin aramayı bir yana bıraktık; çünkü, her hareket, şaire, yeni ve özgür bir ritim duyurur.
Başta (David Burliuk) bulunan, ortada yer alan ve dönük (Mayakovski) kafiyeler ortaya koyduk.
Şairin sözcük dağarcığı zenginliği, onun haklı çıkmasıdır.
Sözcüğün, efsane yaratıcı olduğunu, sözcüğün efsaneyi yaratmak için öldüğünü ve bunun tersinin de doğru olduğunu düşünüyoruz.
Yeni temaların dizginleri elimizde; yararsızın, açmanın, gücü her şeye yeten hiçlikteki gizli şarkısını söylüyoruz biz.
Şan ve şerefi küçümsüyoruz; bizden önce bilinmeyen duygularımız var.
Biz, yeni bir yaşamın yeni insanlarıyız.” (Yargıç Akvaryumu-2)
Fütüristler, kendinden önceki kuşağın dilindeki yerleşik kuralları kökten yıkarken gündelik hayatın sözcüklerini eğip bükerek, keyfi üretimle genişlettikleri söz dağarcıklarını geçerli kılan şiire ekleyerek yeni bir müzik icat ettiler. İsyanın, putları yıkmanın haykırışıydı bu.