Google Play Store
App Store

Savaşın hayatın içinde kapsadığı geniş alana rağmen lanetlenmesini sağlayan önemli araçlardan biri edebiyat. Bu sanatsal tür körleşmeye, duyarsızlaşmaya, hafızasızlaşmaya karşı insanı tetikte, barış idealinin gerçekleşebileceğine dair umudu, inadı canlı tutuyor.

Edebiyatın savaş ve barışı

DOĞUŞ SARPKAYA 

Tüm bir sınıflı toplum tarihi aynı zamanda savaşların, işgallerin, yerinden edilmelerin tarihi olarak okunabilir. Çünkü insanlık, tarihin her döneminde savaşacak bir neden buldu: kutsal sebepler, insani değerler, medeniyet ithalatı... Tüm bahanelere rağmen insanları birbirine kırdıran ana sebep aynı kaldı: daha fazla kazanma isteği, daha fazla kişiye, mekâna, toprağa hükmetme arzusu. Mülkiyet rejimini sürdürmenin tetiklediği tüm kötülükler, savaş ile birlikte gözler önüne serildi. İnsanların birbirini öldürmesinin meşrulaştırıldığı her durum, egemenin madun karşısında daha da pervasızlaşmasına kapı araladı. Bu da eşitsizliklerin daha da derinleşmesine hizmet etti. Şu anda popülaritesini yitirmiş olsa da Rusya - Ukrayna savaşı son dönemde insanların birbirini boğazlamasını canlı olarak yeniden izlendiği bir ortam yarattı. İsrail’in Gazze’ye saldırısı ise neden yeniden savaşın üzerine düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor.

Savaşı, sadece devletler arasında gerçekleşen bir eylem olarak düşünmek ise başka bir sorun. Oysa Karl Marx’ın ilkel birikim teorisini ortaya koyduğu zamandan beri biliyoruz ki sınıflı toplum her gün yeni bir mücadelenin alttan alta sürdüğü bir zemin yaratır. Ücretli çalışanlarla toplumun zenginliklerinin büyük çoğunluğunu elinde bulunduranlar arasındaki çatışmanın farklı biçimlerde gerçekleştiğini öne sürmek mümkün. Mark Neocleous’un deyimiyle: “Klasik askerî anlamıyla, devletler-arası örgütlü şiddet bağlamındaki ‘savaş’ değil de daha ziyade bir ‘toplumsal savaş’ ya da bir ‘iç savaş’” olarak adlandırabileceğimiz bu durum, günlük hayatımızın her alanını savaş terimleriyle doldurmamıza neden oluyor. Öyle ki hayatın her alanında stratejiler, saldırılar, savunma hatları, avlar, fetihler, ricatlar, mevziler ve manevralardan bahsedilmeye başlanır. Savaş, dile, gündelik konuşmaların içine sızdıkça normalleşiyor.

Savaşın hayatın içinde kapsadığı geniş alana rağmen lanetlenmesini sağlayan önemli araçlardan biri ise edebiyat. Körleşmeye, duyarsızlaşmaya, hafızasızlaşmaya karşı insanı tetikte, barış idealinin gerçekleşebileceğine dair umudu, inadı canlı tutan bu sanatsal tür, savaşın pervasızlığına karşı durmanın en önemli araçlarından biri olmayı başardı. Aynı zamanda egemenlerin farklı biçimlerde kurduğu hegemonyayı dağıtmaya yönelik bir refleks gösterme başarısı da gösterdi edebiyat. Özellikle roman türü ortaya çıktığından bu yana savaşları konu edinmek zorunda kaldı. Nitelikli romanlar, büyük alt üst oluşların yaşandığı ve kapitalizmin muzaffer oluşuyla sonuçlanan tüm süreçler boyunca toplumsal yaşamdaki dönüşümleri yansıtmayı başardı. Sadece klasik anlamda savaşları göz önünde bulunduran hatırı sayılır bir edebi birikimin olduğunu söyleyebiliriz. Savaş tanımını Neocleous’un bahsettiği anlamda genişlettiğimizde ise bugüne kadar yazılmış neredeyse tüm romanları konumuzla ilişkilendirmemiz mümkün. Her roman farklı bir yol izleyerek barışın gerekliliğine vurgu yapmanın bir yolunu buldu, bulmaya da devam ediyor.

HALKA KARŞI

Bazı yazarlar ise ezen ile ezilen arasındaki mücadeleyi doğrudan anlatmayı seçerek, kendi yaşadıkları dönemin toplumsal ilişkilerini mercek altına aldılar. Mesela John Steinbeck, ABD’de geniş arazilerin büyük sermayedarlarca ele geçirilip, on binlerce insanın topraklarından edilmesini anlatır romanlarında. Özellikle Gazap Üzümleri, Marx’ın ilkel birikim ve artı değer teorisini anlamak için mükemmel bir eserdir. Önce borçlandırılarak mülksüzleştirilen büyük kitleler, traktörün yoğun kullanımının etkisiyle göçe zorlanmaya başlar. Bu yolculuğa çıkmak zorunda kalan Joad ailesine odaklanan roman, Kaliforniya’da meyve bahçelerinde iş olduğu umuduyla yola çıkanların yedek işçi ordusuna katılarak nasıl sömürüldüğüne odaklanır. Aynı zamanda binlerce insanı açlıktan, yetersiz beslenmenin neden olduğu hastalıklardan ölmesine neden olan bu göçün halka karşı yürütülen bir savaş biçimi olduğu da sürekli olarak vurgulanır romanda.

Türkiye’deki dönüşümü, toprak sahipliği ve ağalık düzeninin kuruluşunu, halka karşı yürütülen savaşın örgütlenişini en iyi anlatan romanlardan biri ise Yaşar Kemal’in İnce Memed’idir. Sermaye ile politikanın, özel mülkiyetle devletin ilişkisinin dolaysız anlatılmasını sağlayan bir zemin yaratır öncelikle Yaşar Kemal romanında. Ağalarla kaymakamın, savcının, subayların, memurların ilişkisi açığa çıkartıldıkça, bu ilişkilerin sadece Çukurova toprağıyla sınırlı olmadığını, ülkenin kuruluş sürecinde sermayenin ilkel birikimi nasıl yarattığına dair de bir tartışmanın yürütüldüğünü anlamamızı sağlar Yaşar Kemal. İnce Memed’i büyük roman yapan nedenlerden biri de bu idrakı sağlayacak bir zemin yaratması, Çukurova’dan, Türkiye hatta dünya gerçekliğine bir kapı aralamasıdır.

MİZAH VE SAVAŞ

Roman türü bir taraftan da egemen aklın savaş güzellemelerine karşı, yeni düşünüş biçimlerinin olanaklarını da yaratmayı başardı. Özellikle mizahı etkin kullanan eserler, savaşın korkunçluğu ile karşıtlık oluşturarak, gerçekliğin açığa çıkmasını sağladılar. Egemenlerin savaş anlatılarının bir kısmı savaşın yüceltilmesine dair arı, soru barındırmayan bir retoriği seçerken, bir kısmı ise kahramanlığı yücelten epik hikâyelerden oluşur. İki türün de ortak özelliği tüm vahşeti anlatırken ciddi bir ton taşımaları ve savaşı olumlamalarıdır. Savaş karşıtı yazılar da aynı ciddi tonu miras alarak, bezdiriciliğe savrulmuş ve insanların savaş üzerine düşünmelerini sağlamada yetersiz olmuştur. Oysa dönüştürücü, sahici ve evrensel gülme eylemini tetikleyen eserler üçüncü bir yolun mümkün olabileceğini hatırlatır.

Savaş karşıtı romanlar içerisinde mizahın imkânlarını kullanmasıyla öne çıkan Jaroslav Hašek’in Aslan Asker Şvayk’ı  iktidarın savaşı öven monoloğunu da barış savunucularının can sıkıcı ciddiyetini de bertaraf etmeyi başararak parıldar. Hašek, kurduğu dil ve seçtiği biçimle kitabın başından sonuna kadar savaşı halkın hisleriyle açıklama gayretinde olduğu izlenimi yaratır. Lakin Hašek’in siyasal dili, halkın kaderci dilini aşarak, savaşın anlamsızlığını, orduların gereksizliğini dolaysız bir şekilde anlatmayı yansıtmayı başarır. Hašek romanın en başında Şvayk karakterini toplumun göbeğinden seçer ve sıradan insanın sistem dışı kalma çabasını vurgular. Şvayk karakterinin sıradan bir ahmak olmadığını daha ilk satırlarda öğreniriz: O, sokak köpeklerini cins köpek niyetine pazarlayan, akşamları Prag meyhanelerinde ipe sapa gelmez, ucu bucağı olmayan öyküler anlatan bir halk bilgesidir. Birbiriyle bağlantısı olmayan, hayatın içinde oradan oraya sürüklenen bir maceraya düşer Şvayk. Lakin sürüklendiği her maceraya kendi yorumunu katarak, en kötü durumlardan bile sıyrılmayı başararak, yaşamını sürdürür. Gülme, Şvayk aracılığıyla yaşananları absürtleştirerek, militarizmin, bürokrasinin, egemen düzeninin saçmalıklarını ortaya serer. Hašek’in, Aslan Asker Şvayk’da benzersiz bir şekilde başardığı şeylerden biri de mizahın olayların ağırlığını küçümsemesine izin vermemesidir. Hašek’in mizahı olayların ağırlığını omuzlayarak, gerçekliğin kan donduruculuğunu göğüsleyerek okurunu güldürmeyi hedefler.

DÜNYA ÇILDIRMAYA BAŞLADIĞINDA

Yine de Hašek’in savaşların yarattığı kitlesel histeriyi yansıtmakta yeterince başarılı olduğunu söylemek zor. Bu eksiklik neredeyse tüm klasik eserlerde gözlemlenebilir. Savaşın beyhudeliğini, insan ruhunu paramparça edişini anlatan pek çok eser asırlardır yazılıyor. Fakat neredeyse son dört yüz yıldır savaş tüm dünyaya yayılan bir hastalığa dönüştü. Edebiyatın buna tepkisi toplumlara etkisi bağlamında gerçekleşti. Büyük savaş anlatıları da huşu içinde izlenen bir olayın etkilerini taşıdı. Sefiller’in Waterloo Savaşı’ndaki topları, süvari birliklerini betimleyişi, Savaş ve Barış’taki karşılıklı taktiksel hamlelerin analizi savaşın vahşetinden bahsedilmesinin önüne geçmişti. Savaşın bireyi nasıl geri dönülmez şekilde sakatladığını anlatan eserler için ise yirminci yüzyılı beklememiz gerekiyordu.

Leonid Andreyev’in, dünyayı kitlesel bir histeriye sürükleyen cihan harplerinden önce 1904’te yaşanan Rus-Japon Savaşı’nı anlatan Kızıl Kahkaha’sı, askerlerin ruhunda açılan yaraları merkezine almasıyla dikkat çekmeyi başaran bir roman. Andreyev’in, on binlerce insanın bir hiç uğruna ölüme gönderilmesine isyan ettiği Kızıl Kahkaha, yaşanan cinnet hâlinin bireyi nasıl insanlık dışı bir duruma ittiğini, savaştaki sıradan askerlerden birinin gözünden anlatıyor. Kitap bir Rus subayının tuttuğu günlüğün savaşa katılmayan kardeşi tarafından tamamlanışını anlatır. Anlatıcı subay, geri çekilme manevraları sırasında yaralanıp bacaklarını kaybeder. Eve döndüğünde onu hayata tutan tek şey yazdığı bir günlüktür. Ama kısa süre sonra hayatı noktalanır. Savaşa katılmayan ama savaşın etkilerini tüm yaşam alanlarında iliklerine kadar hisseden kardeşiyse bu günlükleri okuyunca yazmaya devam eder. Kızıl Kahkaha, savaş betimlemelerine, vahşetin gerçekleşme şekline odaklanmak yerine yaşananların bireyde yarattığı sarsıntıya dikkat çekiyor. Andreyev’in kitaba “Cinnet ve dehşet… Adı önemli olmayan bir yolda keşfettim ilk kez bunu”, satırlarıyla başlaması da bundan. Bu satırlardan sonra göğüs göğse çarpışma, bombalarla, mermilerle bedensel uzuvlarını kaybetme gibi ayrıntıları okuyacağımızı zannediyoruz ama onun yerine bitmek bilmeyen yürüyüşlerle, sıcağın kavurduğu bedenlerle, yorgunluktan aklını yitirmeye başlamış askerlerin hissettikleriyle karşılaşıyoruz sayfalar boyunca. Sonrasında tüm askerleri ele geçiren deliliğe odaklanıyor, Andreyev. Vaktinden önce yaşlanan insanların artık eskisi gibi olamayacaklarını vurguluyor.

BUGÜNÜN SAVAŞLARI

20. yüzyılın iki büyük savaşı, barışın neden tüm insanlık için gerekli olduğunu kanıtlamıştı ama tüm kanıtlara rağmen insanlık savaşmaya devam etti. 21. Yüzyıla gelindiğinde ise savaş, toplumların dizayn edilmesinde bir enstrüman haline geldi. Nizami ve “dış” düşmana karşı girişilen, sivil ölümlerin asgari düzeyde olduğu savaşların yerini bölgesel ya da iç, düşük yoğunluklu çatışmalar aldıkça, şiddet toplumsallaşarak, tüm kesimler için tehdit oluşturmaya başladı. Claudia Aradau’nun cümlesiyle ifade edersek: “Barış, güvenlik, düzen, hukuk ve adalet savaş tarafından etkili bir biçimde ters çevrilmiş ve toplumsal düzen de gerçek bir savaş meydanı olarak belirmiştir”. Muhalif olan her hareketi terörist olarak kodlayarak bir iç düşmana dönüştüren devlet aklı da bu duruma eşlik edince tüm dünyayı sarıp sarmalayan bir şiddet ortamı yaratıldı.

Farklı ülkelerdeki edebiyatçıların bu durumu eserlerinin konusu haline getirmeleri kaçınılmazdı. Yaklaşık kırk yıldır düşük yoğunluklu iç savaş yaşanan Kolombiya için de durum böyle. Kolombiya’da savaşın normalleşmesinin insanlarda yarattığı çaresizliği ve tepkisizliği anlatan romanlardan biri olan Evelio Rosero’nun Ordular’ı hem savaşın yarattığı kitlesel histeriyi yansıtmasıyla hem de içinde barındırdığı mizah duygusuyla incelenmeyi hak ediyor. Rosero, emekli bir köy öğretmeninin gözünden bir köyü -San Jose- mercek altına alarak, savaşın normalleşmesini sorguluyor romanında: Emekli öğretmen Ismael Pasos, günlerini evinin bahçesinde portakal toplayarak ve komşusunun güzel karısını röntgenleyerek geçirmektedir. Savaş henüz köylerine ulaşmadığı için, köyün içinden geçen köyleri boşaltılmış insanların durumunu anlayamaz. Köylüler, savaş sınırlarına dayanmasına rağmen, küçük hesapları ve zaafları ile yaşamaya devam etmektedirler. Ama her şey orduların köylerine gelmesiyle değişecektir.

İstisna halinin ve ölüm politikasının hüküm sürdüğü Kolombiya kırsalında hayatta kalma ve delirmeme stratejileri üzerine düşünüyor Rosero, Ordular’da. Pasos’un gözünden anlatılan küçük köy, savaşın farkındadır. Kaçırılan insanlara, arada bir basılan mekânlara, köyün kenarından yollarına giden savaş mağdurlarına gözlerini kapamamıştır. Ama bazen öyle anlar gelir ki, şiddete maruz kalanlar bile yaşadıklarını şaka olarak algılarlar: “Birkaç yıl önce Chepe’yi kaçırdılar ama kısa sürede ellerinden kurtulabildi: Kendini bir uçurumdan aşağı atmış ve altı gün boyunca dağdaki bir yarığın içinde saklanmış: Bunları büyük bir gururla ve sanki hepsi bir şakaymışçasına gülerek anlatıyor.” Savaş tüm sıcaklığı ile köye dayandığı zaman ise insanlar ne yapacaklarını bilemezler. Köyü kimin ele geçirdiği konusunda bile fikir sahibi değildirler. Artık saf şiddete maruz kalan isimsizler kervanına katılacaklardır. 220 bin ölüden ya da 6-7 milyon mülteciden biri olmak dünyanın en doğal şeyi gibi görülecektir.

Rosero yaşanan vahşeti ununu elemiş eleğini asmış, unutkanlığın pençesinde emekli bir öğretmenin gözünden anlatarak dramatik etkiyi artırmayı hedeflemiş ve başarılı olmuş. Ismael Pasos savaş ilerledikçe unutkanlığın ve deliliğin sınırlarına yaklaşıyor. Ama Rosero kahramanının güvenilmez anlatıcı olmasına da izin vermiyor. Pasos, köydeki herhangi bir kişiden daha az ya da daha çok şey bilmiyor. Belirsizlik herkes için bir tehdit çünkü. Saat başı el değiştiren sokaklar, köy çevresine tuzaklanan mayınlar, patlayan bombalar altında sıradan insanın bir şey öğrenmesi mümkün olmuyor zaten. Rosero, ölmekten korkmayan Pasos’u bu keşmekeş içerisinde sokaklarda dolaştırarak yaşanan vahşetin kaydını tutmayı başarıyor. Zaten gerçek olamayacak kadar insanlık dışılaşmış savaş ortamını yaşlı bir adamın sanrıları, unutkanlıkları, zaafları ve korkularıyla birlikte yansıtmayı seçerek romandaki gerçeklik hissini kuvvetlendiriyor yazar. Ordular, ezenlerin kontrol etme mekanizması olarak gördüğü savaşın yarattığı çöküşü anlatan bir roman.

BARIŞ TALEBİNİN GÜNCELLİĞİ

Savaşlar, bugün dünyanın dört bir yanında sürüyor. Rusya’nın, Ukrayna’ya saldırmasıyla bu durumu anımsadık, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü kirli savaşla ise iliklerimize kadar hissediyoruz. Savaşın merkez ülkelerden uzaklaştığı yanılsaması, hiç yaşanmıyormuş gibi algılanmasına neden oluyordu. Drone’ların, füzelerin, uçakların etkili olduğu zamane savaşları ise video oyunuymuş yanılsamasını destekledi. İlk kez Körfez Savaşı’nda canlı yayında savaş seyretmeyi deneyimleyen insanlık, bir süredir cep telefonlarında cephelerde yaşananları anbean izleyebiliyor. Oysa savaşın içinde yaşamak zorunda olan insanlar için durum böyle değil. Asker yahut sivil, savaş ortamında bulunan herkes, şiddetin en katıksız hâlinin yaşandığı bu olayın etkilerini ruhlarının derinliklerine kazıyor. Diğer taraftan gündelik hayatımızda da sürekli bir saldırının altında olduğumuzu hatırlatan gelişmeler yaşıyoruz. Her gün eriyen maaşımız da ülkede yaşanan hukuk garabetleri de kadınlara, çocuklara, hayvanlara yönelen şiddet de anımsamamıza yardımcı oluyor bunu. Sadece cephelerde değil sokaklarda, kapalı kapılar ardında, tarikat yurtlarında, bir köyün sessizliğinde, toplama kampına çevrilen hayvan barınaklarında yaşanan vahşette de savaşı deneyimliyor insanlık. Savaş meydanlarında ruhları parçalanan insanların hissettiklerini de gündelik şiddete maruz kalan insanları da anlatmak hâlâ nitelikli edebi eserlerin sırtına yüklenmiş durumda. Savaşın tüm yaşama yayıldığı bir zamanda barış talebinin güncelliğini kaybetmediğini anımsamamız gerekiyor. Savaşa hayır demek ve barışı koşulsuz savunmak gerektiğini hatırlamak için inatla bu eserleri okumamız gerekiyor.