Buddha’nın yönetimin oluşumuna dair öyküsü 2020’lerin insanları için bir anlam ifade eder mi? Budizme ya da Eskiçağ Hindistan tarihine merakı olmayanlar eskilerin bu meşhur öğretmeni ve öğrencisi arasında geçtiği varsayılan söyleşiden hareketle ne düşünebilirler?

Efsane ve teori arasında: Erken Budizm ve siyasal düşünce
Fotoğraf: Unsplash

Ateş USLU

Gautama Buddha, Savatthi şehrinde konakladığı evde meditasyonunu tamamlayıp bahçeye çıkınca bir öğrencisiyle karşılaşmış, ona belki de uzun zamandır aklında olan bir soruyu sormuştu: Öğrencisi Brahman (rahip) kastına mensuptu, acaba ailesi onun Brahman olmayanlarla aynı toplulukta yer alması hakkında neler diyorlardı? Öğrencisi, belki de yüzünde acı bir tebessümle, yaşadığı zor zamanlara dair bilgi vermişti: Akrabaları ve küçüklüğünden arkadaşları onun, yani en üst kasta mensup bir kişinin, Buddha’nın çevresinde alt sınıflardan insanlarla birlikte yiyip içmesini, aynı yerde yaşamasını hiç hoş karşılamıyorlardı. Farklı sınıflardan insanların kökenleri bile bambaşka değil miydi? Nasıl olur da kozmik varlık Puruşa’nın ağzından yaratılan bir Brahman, ayaklarından yaratılan işçilerle aynı yerde bulunabilirdi?


Buddha bunun üzerine bir öykü anlatmaya başlamıştı: Dünyanın, insanların ve toplumsal sınıfların ortaya çıkış öyküsü. Yaratılış değil, ortaya çıkış, çünkü Budist öğreti doğanın ve insanların gelişimini kendi iç dinamikleri olan bir süreç olarak anlıyor, doğaüstü bir varlığın yoktan yaratması gibi bir fikri bir kenara bırakıyordu. Buddha’nın anlatısına bakılırsa başlangıçta su vardı, suyun üzerinde adeta bir kaymak gibi toprak oluşmuş, bir canlı varlık o dönemlerde güzel bir tadı olan topraktan tadınca daha da fazla yemek için arzu duymaya başlamıştı. Arzu, Budist düşüncenin temel konusudur, insanların pek çok özelliğinin ve sorununun temelinde arzu vardır. Çeşitli canlılar arasındaki güzellik-çirkinlik farkı, arzularıyla yemeğe yönelmelerinin temelindedir. İlk besinleri olan tatlı toprağı, daha sonraki besinleri olan lezzetli mantarı ve sonradan ortaya çıkan hoş kokulu sarmaşığı yedikten sonra bedenleri güçlenmiş, aralarındaki görünüş farklılıkları daha belirgin hale gelmişti. İnorganik doğadan organik varlıkların oluşumunun bu mitik anlatısı pirincin ortaya çıkışıyla birlikte insanlığın anlatısına dönüşüyordu. Pirincin ortaya çıkışıyla canlılarda kadın ve erkek cinsel organları oluşmaya başlamıştı, cinsel ilişkiyi gözlerden uzak yaşamak isteyenler kendilerine ev inşa etmişlerdi.

Barınmanın başlangıcıyla mülkiyetin başlangıcı birbiriyle bağlantılıydı. Çalışmayı pek sevmeyen bazı kişiler her yıl pirinç hasadı yapmak yerine hasat fazlasını evlerinde depolamaya başlamış, komşularının evlerinde depoladıkları pirinçlere göz dikenlerin hırsızlığa girişmesiyle büyük bir kavga ve karmaşa ortamı oluşmuştu. Bu zor koşullar karşısında insanlar aralarından en iyi görünen ve en güçlü olanı seçmiş ve karmaşaya son verme göreviyle donatmışlardı. Bu kişi Maha-Sammata, yani “Büyük Seçilmiş”, kralların ilkiydi, aynı zamanda yöneticiler-askerler kastının kurucusuydu.

Erken dönem Budizm’in krallığın ve yönetici-asker kastının kökenlerine ilişkin bu anlatısı Brahmanların yaygın dini-tarihsel açıklamalarına büyük bir reddiye teşkil eder. Brahmanların yaygınlaştırdığı öyküde kast hiyerarşisi doğal, kozmik temellere sahipti, evrenin diğer unsurları gibi kadim ve değişmez nitelikteydi. Buddha’ysa hem kast ayrımlarını hem de kraliyet kurumunu tarihselleştirmişti. Buddha krallık kurumunu ya da kast sistemini temellerinden sarsmasa da bunların kimi unsurlarını eleştiriye açıyordu. Her şeyden önce, hem hükümdarlığın hem de kastların dini ya da metafizik değil, bütünüyle dünyevi temellerde oluştuğunu anlatmış oluyordu. Hükümdarlar, rahipler, mal-mülk sahipleri ve kol emekçileri, Brahmanların iddia ettiği gibi kozmik bir plan gereği ve bir hiyerarşi içinde ortaya çıkan kastlar değildi; belirli işlerle uğraşmaya yönelen insan grupları zamanla bu kastları oluşturmuştu. Buddha böylece öğrencisiyle yaptığı sohbetten bir sonuç çıkarmıştı: İnsanlar kast farklılıklarına rağmen insan olmak bakımından birbirlerinden farklı değildiler.

Buddha yaşamı boyunca Himalayalar’ın güneyinde hüküm süren krallıkların himayesi altındaydı. Yukarıda özetlediğimiz öykünün geçtiği Savatthi ya da Şravasti, Kosala Krallığı’nın merkeziydi, öykünün amaçlarından biri de rahiplerin M.Ö. 6.-5. yüzyıllarda, Buddha’nın yaşadığı dönemlerde büyük ölçüde artmış ve yer yer hükümdarların gücünü da gölgede bırakmış olan otoritesini kırmaktı. Başka bir deyişle, Buddha’nın siyasal ve toplumsal kurumlar karşısındaki sorgulayıcılığı aslında egemenler arası bir çatışmadan besleniyordu.

Agganna Sutta (Köklerin Sutra’sı) adıyla bilinen, yukarıda özetlediğimiz metin kelimenin tam anlamıyla bir “siyaset felsefesi” metni değildir, sistemli bir kavramlaştırma içermez. Yine de sonraki yüzyıllarda filozofların da ele alacağı önemli bir temayı burada görürüz: Yönetimin doğuşu problemi. Agganna Sutta’nın 17.-18. yüzyıllarda yaygınlaşan ve Hobbes, Locke ya da Rousseau gibi düşünürlerin doğa durumu tasvirleri ve yönetimin doğuşuna dair tezleriyle benzerliği açıktır; tüm bu örneklerde iktidarın var olmadığı koşullarda mücadeleye girişme eğilimi içinde olan insanlar bir noktada iktidarı oluşturarak bu kaos ihtimalini geride bırakırlar. Budist metinlerinin de, Aydınlanma Çağı’nın toplumsal sözleşme teorilerinin de kendi dönemleri içinde belirli toplumsal işlevleri olmuştur: Eskiçağ Hindistan’ında Budist siyaset teorisi Brahman üstünlüğüne karşı krallığın gücünü savunmayı sağlamış, Aydınlanma Çağı’ndaysa toplumsal sözleşme teorileri hem eşitsizliği verili kabul eden feodal ideolojiye karşı tüm insanların (salt teorik düzlemde de olsa) eşitliğini, hem de bu eşit-özgür bireylerin özgür bir kararla devleti kurduğunu iddia etmeyi sağlamıştır.

Buddha’nın yönetimin oluşumuna dair öyküsü 2020’lerin insanları için bir anlam ifade eder mi? Budizm’e ya da Eskiçağ Hindistan tarihine özel bir merakı olmayanlar eskilerin bu meşhur öğretmeni ve onun öğrencisi arasında geçtiği varsayılan söyleşiden hareketle ne düşünebilirler? Agganna Sutta, çoğu zaman tartışmaya açma gereği duymayıp ezeli-ebedi gördüğümüz yönetimin hem tarihsel hem de toplumsal bir olgu olduğunu hatırlatan metinlerdendir. Bir kurumu tarihselleştirmek, onu eleştiriye açık hale getirmektir. Bir kurumun toplumsallığını vurgulamaksa onun toplumun çelişkileriyle, çatışmalarıyla sıkı sıkıya bağlı olduğunu açığa çıkarmak için bir adımdır. Pek çok radikal-muhalif teorisyenin bile realizmden taviz vermemek adına devleti adeta ezeli ve ebedi bir kurum olarak kabul ettiği bir dönemde devletin doğuşundan itibaren sınıflı ve patriyarkal toplumla sıkı sıkıya bağlı olduğunu hatırlamaya ihtiyacımız var. Buddha’nın “kökenler”e dair teori ve efsanenin kesişim alanlarında yer alan öyküsü, yönetimin tarihsel ve toplumsal bir olgu olduğunu hatırlamak ve onu temellerinden, yani sınıfsal ve patriyarkal belirlenimlerinden hareketle tartışmaya açmak için bir vesile teşkil ediyor.

“Agganna Sutta: On Knowledge of Beginnings”, The Long Discourses of the Buddha: A Translation of the Digha Nikaya, çev. Maurice Walshe, Boston: Wisdom Publications, 1995, s. 407-415.
Ateş Uslu, Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi 1, İstanbul: Yordam Kitap, 2022 (ikinci basım), s. 90-91.