Eğitimci, Yazar Nejla Doğan: Cumhuriyet’in eğitim anlayışı antiemperyalistti
Nejla Doğan "Gökalp, halkçılık politikası bağlamında üç tür toplumsal haktan bahseder ki; bunlardan biri eğitimdir. Gökalp’e göre kız-erkek, yoksul-varsıl ayrımı olmaksızın tüm çocukları eşit şartlar altında yetiştirmek, eğitimine, beslenmesine aynı özeni göstermek doğrudan kamunun sorumluluğudur" diyor.
Yunus Emre Ceren
Gazetemiz yazarı eğitimci Nejla Doğan ile yeni çıkan kitabı Ziya Gökalp Düşüncesinde Uluslaşma Modernleşme ve Eğitim’i konuştuk.
Doğan, Gökalp’e sağcı yaftalamasının anakronik olduğunu, görüşlerinin bugünün eğitim tartışmalarına da ışık tutabileceğini söyledi.
İlk olarak Gökalp’in eğitim görüşlerini yaratan tarihsel bağlamdan söz eder misiniz biraz?
Gökalp’in eğitim görüşlerini tarihsel bağlamına oturtmak için, öncelikle Gökalp’e ilişkin bir önyargıyı düzeltmek gerekiyor. Biliyorsunuz Gökalp genellikle milliyetçi-muhafazakâr siyasetle özdeşleştirilen bir isim. Ancak bu yargı, 1980’lerden itibaren baskın hale gelen Türk-İslamcı tarih yazımının çarpıtması olarak ortaya çıkıyor. Öncesine baktığımızda aslında ilerici bir isim olarak anıldığı görülür. Hatta Necip Fazıl, Nurettin Topçu gibi sağ cenahtan isimlerin sıklıkla hakaretine uğramış; toplumu laiklik, pozitivizm gibi Batıcı ideolojiler ekseninde dönüştürmekle suçlanmış.
Diğer yandan Gökalp de kendini her zaman “inkılapçı” olarak tanımlamıştır ki; parlamentarizm, halkçılık, laiklik, kadın hakları vb konulardaki düşünceleri muhafazakâr bir dünya görüşüne sahip olmadığını gösteriyor zaten. Gökalp’in sözünü ettiği muhafazakârlık ise bugün kullandığımız anlamın çok dışında. Onun muhafaza etmek istediği şey, dinsel-geleneksel toplum yapısı değil, Anadolu halk kültürüdür. Ancak bu kültürü de çağdaş dünyanın değerleriyle bütünleştirmek koşuluyla muhafaza etmek istiyor, yani halk kültürünü modern bir uluslaşmanın temeli yapmak istiyor.
Keza milliyetçilikle ilgili görüşlerini de bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor. Çoğu zaman bir çarpıtma ya da anakronizme uğrasa da ne Soğuk Savaş döneminin faşist milliyetçiliğine denk düşüyor fikirleri, ne de 1980’lerde gelişen Türk-İslamcı milliyetçiliğe. Bildiğiniz gibi, Batı’da ulus-devletleşme süreci kapitalizme koşut bir biçimde gelişti. Bu bağlamda monarşiye, kiliseye karşı eşitlik ve laiklik mücadelesi de büyük oranda ulusal egemenlik fikri üzerinden şekillenmişti; özellikle 19. yüzyılda uluslaşma fikri, özgürleşme ve ilerlemeyle özdeş görülüyordu. Gökalp’in ve kuşağının görüşlerinin yaslandığı tarihsel-politik zemin de esasen burası.
Bu tarihsel-politik temelin eğitime yansıması nedir ve neden Gökalp kurucu bir figür olarak öne çıkıyor?
Bu iki soruyu yanıtlamak için, bahsettiğim tarihsel çerçeveye çok daha önemli bir bağlamı eklememiz gerekiyor: Osmanlı’nın içinde bulunduğu yarı-sömürge koşulları ve emperyalist işgale uğrama endişesi. Bu nedenle diğer bağımsızlıkçı hareketlerde olduğu gibi bu topraklarda da sömürgeleşmeye karşı mücadele sorunu, uluslaşma ve modernleşme sorunuyla iç içe geçmiştir. Eğitime de kurtarıcı bir rol atfedilerek, geri kalmışlıktan kurtulmanın, bağımsızlığın, ekonomik ve kültürel kalkınmanın temel aracı olarak işlevselleştirilmiştir. Yani eğitim, antiemperyalist mücadelenin önemli ayaklarından biri olarak tanımlanmıştır.
Aslında bu açıdan dönemin tüm ilerici isimlerinin eğitime benzer bir anlam yüklediğini görüyoruz. İster Ethem Nejat’a bakın, ister Tevfik Fikret’e, ister Gökalp’e. Hepsinin ortak derdi, siyasi bağımsızlığın, ekonomik bağımsızlığın, teknolojik bağımsızlığın nasıl sağlanacağı, eğitimin bu bağlamda nasıl rol oynayacağıdır.
Gökalp bu kaygıyı çok güzel ifade eder. Örneğin diyor ki: Avrupa’da ortaya çıkan sınai ve bilimsel gelişmelere ayak uyduramazsak, Türkiye tam bir sömürge ve pazar haline gelecek; toplum da Avrupalıların çiftliklerinde, fabrikalarında çalışan işçilere dönüşecek. İşte Gökalp açısından bu ekonomik esaretten kurtulmanın yolu, içeriği bilimselleştirilmiş ulusal eğitimdir. Devlet ancak bağımsız bir sanayi, hıfzıssıhha, demiryolu vs kurduğunda halkının gerçek özgürlüğünü sağlayabilecektir.
Eğitime yüklenen ikinci anlam ise rejim değişikliğinin gerektirdiği insan tipini yaratmaktır. Gökalp monarşiden meşrutiyete, sonra da cumhuriyete geçişe tanıklık eden biri. Bu bağlamda artık saltanat yönetimine dair tüm değerlerin sönümlendiğini, bunların yerini demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü, cumhuriyetçilik, feminizm gibi görüşlerin almaya başladığını söylüyor. Eğitim görüşlerini de bunlarla çerçeveliyor. Ümmet yerine ulusu, kul yerine yurttaşları yetiştirmeye odaklanacak bir eğitimden söz ediyor. Yeni siyasal değerlerin toplumsallaşması için, kamu tarafından planlanıp finanse edilen, kitleselleştirilmiş bir eğitime işaret ediyor.
Gökalp neden öne çıkan bir isim diye sormuştunuz. Çünkü tüm bunlar hakkında en kapsamlı tartışmayı Gökalp yürütüyor. Zaten II. Meşrutiyet döneminde eğitim üzerine arayışlar da büyük oranda onun fikirleri üzerinden bir sonuca bağlanıyor. Bu fikirler aynı zamanda erken Cumhuriyet dönemi eğitim politikaları için de temel olacak; 1923’te TBMM’ye girdiğinde eğitim reformlarında aktif rol oynayacak.
Bugünün Türkiye’sinde de eğitim en çok tartışılan konulardan biri. Gökalp bugün için bize ne söyler? Bir analoji kurulabilir mi dönemin tartışmalarıyla?
Pek çok konuda analoji kurulabilir ama çok güncel birkaç konu üzerinden örnek vermek daha anlamlı olur sanırım. Ama öncelikle şunu belirtmek istiyorum; Gökalp’in yürüttüğü tartışmalarla bugünün tartışmalarını karşılaştırdığımızda, ne kadar geriye düştüğümüz açıkça görülüyor. 1950’lerden itibaren hayata geçirilen liberal İslamcı politikalar, Meşrutiyet ve erken Cumhuriyet döneminin tüm ilerici uygulamalarını yok ettiği gibi, Tanzimat’ın bile gerisinde kalan eğitim tartışmalarını yeniden gündemimize getirdi. O günlerde toplumun geleceği için tehlikeli görülen hemen her uygulama bugün tekrar eğitimin parçası haline geldi. Medreseleri kapatan bir düzenden, okulları yeniden medreseleştiren bir düzene evrildik örneğin. Dinsel bilgiyi eğitimin esası olmaktan çıkaran programlardan, eğitimi tümüyle din üzerine inşa eden Maarif Modeline geldik.
Peki nedir bu Maarif Modeli? Doğrudan Nurettin Topçu’nun, Necip Fazıl’ın muhafazakâr çizgisini esas alan eğitim sistemidir. Az önce söylemiştim, bu isimler Gökalp’i ideolojik olarak karşıt cephede görüyorlar. Dolayısıyla bugünün eğitim politikalarına yön verenlerin bu isimler olması bile, ülkenin taban tabana zıt bir atmosfere sürüklendiğini gösteriyor.
Tevhid-i Tedrisat’ı düşünelim mesela. Bu yasanın fikri öncüsü de Gökalp’tir ve yasanın gerekçesi, mektep-medrese ayrımının iki farklı insan tipi yaratması, zıt dünya görüşlerine sahip bu iki grubun sürekli çatışmasıdır. Dahası, medrese eğitimi biat kültürünü devam ettiriyor; halk egemenliği, eşit yurttaşlık gibi politikaların yerleşmesi açısından engel oluşturuyordu. Oysa bugün geldiğimiz noktada eğitimin yeniden biat kültürünü yaygınlaştırmayı, dinle uyuşturulmuş kuşaklar yaratmayı amaçladığını görüyoruz. Bir yandan da geleceğe dönük potansiyel bir dinci-laik çatışmasını beslediğini görüyoruz.
Güncelle ilişkilendirmek bağlamında eşit parasız eğitim hakkına da değinilebilir. Gökalp, halkçılık politikası bağlamında üç tür toplumsal haktan bahseder ki; bunlardan biri eğitimdir. Gökalp’e göre kız-erkek, yoksul-varsıl ayrımı olmaksızın tüm çocukları eşit şartlar altında yetiştirmek, eğitimine, beslenmesine aynı özeni göstermek doğrudan kamunun sorumluluğudur. Bugün milyonlarca çocuğun eğitim ve beslenme hakkına erişemediğini düşünürsek, kamucu politikaların altını çizmek açısından önemli görünüyor bu vurgu.
Güncele dokunan konulardan biri de öğretmenin toplumdaki yeri ve saygınlığı olabilir. Malum bugünlerde yine öğretmene şiddeti konuşuyoruz ve bu şiddetin öğretmeni itibarsızlaştıran politikaların sonucu olduğunu biliyoruz. Gökalp, öğretmenlerin toplumsal itibarının artırılması üzerinde özellikle duruyor; mesleki statülerinin, saygınlıklarını artıracak şekilde tanımlanmasını istiyor, ücretlerinin de bu doğrultuda yükseltilmesi gerektiğini söylüyor.
Bugüne değen son örnek de üniversite konusu olsun. Bugün üniversitelere işgalci güç gibi giren, iktidarın sözcülüğünü yapan rektörlerle karşı karşıyayız. Gökalp ise bilimin gelişmesinin koşulu olarak hem üniversite özerkliğini hem de hocaların bilimsel-mesleki özerkliğini savunuyor. Dahası, güçlü bir yükseköğretimi bağımsızlığın en önemli şartı olarak görüyor.
Sanırım bu konuştuklarımız Gökalp ve kuşağının eğitimi hangi kaygılarla ele aldığı ve ona hangi anlamları yüklediği bağlamında önemli ipuçları veriyor. Bu ipuçlarının güncel tartışmalara dair de fikir vermesini umuyorum.