Ekonomi adeta domuz bağıyla tos toparlak hale getirildi. Ne yana dönmek istese hareketini engelleyecek yeni acılar yaşatacak düğümler var. ‘Piyasa dilinden anlayan’ zat-ı muhteremin üstesinden gelmesi çok zor.

Ekonomi domuz bağına girdi
Erdoğan, Körfez Arap ülkelerinin Türkiye’de ‘para depoladığını’ söylemişti. (Fotoğraflar: DepoPhotos)

Saray rejiminin yönetim zihniyetinin ülke ekonomisini domuz bağına soktuğunu, kıpırdayamaz hale getirdiğini düşünüyorum. Bu akıbet Cumhur İttifakı'na böyle konuların erbabı Hüda-Par’ın sokulması ile ilintili değil. Çok öncelerinde tohumları atılan ancak Eylül 2021’de başlayan faiz indirimiyle hız kazanan bir sürecin kaçınılmaz sonucu. “Türkiye Ekonomi Modeli” adını verdikleri ucube sistemin; faizi düşürelim, döviz kurunun yükselmesine izin verelim, böylelikle, “hem iç talep artar, hem de ihracat, ekonomi uçar gider” şeklindeki hayal ürünü kurgunun faturası giderek kabarıyor.

Bu savlarımızı ayrıntılandırmadan, isterseniz bu hafta açıklanan büyüme ve dış ticaret verilene bir bakalım, somut rakamlardan yürüyelim.

BÜYÜME BİREYSEL HARCAMA ÇEKİŞLİ

Ocak-Mart 2023 dönemini kapsayan 1. çeyrek büyüme oranı yüzde 4 olarak açıklandı. Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış büyüme ise bir önceki çeyreğe göre yüzde 0.3 oldu. Genel olarak ticarete, hizmetlere, finans ve sigortaya ve inşaata dayalı bir talep artışının büyümeye ivme kazandırdığı görülüyor. İki kritik üretici sektörde, tarımda yüzde 3.8, sanayide yüzde 0.7 daralma dikkat çekiyor.

Büyümenin ana motorunu tam yüzde 16,2 sıçrayan hanehalkı harcamaları oluşturuyor. Peki bireylerin harcamaları nasıl böyle artabildi? Birincisi, 2023 başındaki yüzde 50 asgari ücret zammı ve diğer ücret ayarlamaları insanlara belli bir alım gücü kazandırdı. İkincisi, EYT kıdem tazminatı ödemelerinin özellikle dayanıklı ve yarı dayanıklı mallara yönelik ek bir talep yarattığı görüldü. Üçüncüsü, seçim ekonomisinin önemli sac ayaklarından birisi tüketici kredisi ve kredi kartı ödemesi faiz oranlarının düşük tutulmasıydı. Bu seçim sonrası döviz kurunun artacağı ve enflasyonun sıçrayacağı beklentisinin de etkisiyle talebin öne çekilmesine neden oldu. Dördüncüsü de döviz kurunu yatay tutma çabasının ihracatı baltalaması sonucu, firmalar iç piyasaya satışa, tüketiciye cazip gelecek kampanyalara yöneldiler. Zaten döviz kurunun tutulması çabası tüketim malları ithalatını da körükledi, net ihracat büyümeyi yüzde 2,8 aşağı çekti.

Önce 14 Mayıs’a, sonra seçim ikinci tura kalınca 28 Mayıs’a kadar uzatılan seçim ekonomisinin, minimum emekli maaşını 7 bin 500 TL’ye yükseltme hamlesinin, kamu işçisi zamları ile birlikte ikinci çeyrekte de talebi canlı tuttuğunu tahmin edebiliyoruz. Ama tüm bu dinamiklerin yılın ikinci yarısında sönümlenmesi, ekonomide durgunluk sinyallerinin görülmesi olasılığı çok yüksek görünüyor.

DIŞ TİCARET ZORDA

Dış ticaret cephesinden endişe verici sinyaller gelmeye devam ediyor. Nisan ayında ihracat yüzde 17.1 azalırken, ithalatta da yüzde 4.8 düşüş görüldü. Böylelikle nisan ayı dış ticaret açığı 8.7 milyar dolar, yılın ilk 4 ayının dış ticaret açığı ise 43.4 milyar dolar olarak gerçekleşti. Bu yılın geneli için 130 milyar dolara varacak rekor bir artışa işaret ediyor. Bu noktaya gelinmesinde yılın ilk 4 ayında, hem TL yatırım araçlarının cazip olmamasının hem de yükte hafif bir seçenek sunmasının etkisiyle altın ithalatının 13 milyar dolara kadar sıçramasının ciddi bir etkisi bulunuyor. Ne var ki, enerji ve altın hariç dış ticaret açığının 3.8 milyar dolara ulaşması, tüm rekor ilanlarına karşın ihracatta ciddi bir duraklama yaşandığını kanıtlıyor. Dünya ticaretinin hacim bazında yüzde 5 artış trendi sergilediğini, dünya enflasyonunun yüzde 7 civarında seyrettiğini de göz önüne alırsak, ihracattaki zayıflamanın dolar rakamlarının yansıttığından daha da ciddi olduğunu anlarız.

ŞİMŞEK DERDE ÇARE OLUR MU?

Ekonomi, 28 Mayıs seçiminden, çok yüksek bir cari açık, giderek ipin ucunun kaçtığı bir bütçe açığı, rezervlerin tamamen tüketilmesi, baskılanmış bir döviz kuru, her an başını daha da kaldırmaya eğilimli bir enflasyon, tüm dünyada kronik kabul edilen ama artık Türkiye’de kanıksanan yüzde 10 işsizlik oranıyla çıktı.

Ekonomiyi rayına oturtmak için “piyasa dostu” Mehmet Şimşek’e bel bağlandığı anlaşılıyor. Nitekim piyasaların bu mesajı “satın aldığı”; borsa, bankacılık hisseleri öncülüğünde “uçarken”, 700 puan civarına sıçrayan kredi risk primi CDS’in 500 puana kadar çekildiği görülüyor.

Bu arada hatırlayalım, RTE kampanyada Kılıçdaroğlu’na “ABD’nin adamı”, “Londra’daki tefecilerin adayı” diye yüklenmiş, sonuçlara bakılırsa bir takım seçmeni buna inandırmıştı. Şimşek tam RTE’nin çizdiği “dış güçlerin adamı” profiline uygun, meslek hayatına ABD Büyük elçiliğinde çalışarak başlayan, Alman Deutsche Bank, İsviçre UBS ve Amerikan Merril Lynch gibi “tefeci” yatırım bankalarında görev yapmış, Londra finans çevrelerinin tam göbeğinden gelen bir simadır.

Şimşek’in tam yetkili olarak “Ortodoks” ekonomi politikalarını uygulamaya sokması bekleniyor. Ancak bu politikaların sınıfsal yönünü, sade vatandaşın yaşamına olumsuz yansıması tehlikesini bir yana bıraksak dahi, işi teknik açıdan da çok zor görünüyor.

Çünkü ilk 5 ayda 56 milyar dolara yükselen dış ticaret açığını, cari açığı kapatmak için döviz kurunu akışına bırakırsanız kur geçişkenliği yoluyla enflasyon sıçrama eğilimine girer. Rezervler tüketildiği için, kurun yönünün hep yukarı olduğu algısını kırmak amacıyla etkili bir müdahale de yapılamaz, döviz talebi giderek artar. Geçmişte TL’nin hızlı değer kaybettiği süreçlerde bazı yatırımcılar döviz satarak kârlarını realize etme yoluna giderler, bu da kuru dengeleyici bir işlev görürdü. Şimdi kur makasının açılmış olması bu seçeneği de engelliyor, kotasyonlar döviz satmayı düşünebilecekleri de caydırıyor.

Ayrıca ekonomide ihracatın yüksek ithalat bağımlılığı nedeniyle ilk elde ihracata ivme kazandırmak için ithalatta bir artış olmalıdır, bu da döviz talebini yukarı çeker. Tüm bunlar iki çıkış yolunu akla getiriyor: Birincisi, bir IMF kemer sıkma programıyla, inisiyatifi ele almak için önden bir döviz yüklemesi yapılması. Bunu RTE haliyle kabul etmeyecektir. Diğeri ise Körfez ağırlıklı, AKP rejiminin “dost” ülkelerinden yoğun bir döviz takviyesi. Bu da ülkenin varlıklarının haraç mezat satılması, otoriter ülkelere daha bağımlı hale gelmek sakıncaları taşıyacaktır.

2018’de ve 2020’de benzer sıkışık durumlarda keskin faiz artışlarıyla, döviz piyasası dengelenmişti. 2018’de nisan-temmuz arası 650 baz puan faiz artışı da yeterli olmamış, kur şokunun ardından Eylül’de 475 puan daha ilave gerekmişti. 2020 Kasım’ında ise Naci Ağbal Merkez Bankası Başkanlığı görevine, faizleri 475 puan yukarı çekme hamlesiyle başlamıştı. Yalnız 2018’de tüketici enflasyonu yüzde 16, 2020’de ise yüzde 12 civarındaydı. Bugün ise resmi rakamlarla yüzde 43. Demek ki çok daha keskin faiz artışlarına gereksinim var.

Ancak o günlere göre, TCMB Finansal İstikrar Raporu’nda da dikkat çekildiği gibi kredilerin vadesi 5-6 aya kadar çok düşmüş durumda. Faiz artışları şirket kredilerinde temerrütleri yaygınlaştırır, tüketici kredilerinde de talep bıçak gibi kesilir, bu da ekonomide keskin bir durgunluğa yol açar. Ayrıca menkul kıymet tesisi zorunluğu nedeniyle banka bilançolarındaki düşük faizli tahviller de büyük zararlar yazar.

Bütçe de zaten asgari ücret artış gereği, RTE’nin memur maaşlarının net 22 bin TL’ye çıkması vaadi nedeniyle basınç altında. Asıl önemlisi, seçimden önce kuru ne pahasına olursa olsun, 20 TL’nin altında tutma gayretiyle KKM mevduat 2.5 trilyon TL’ye ulaştı. Döviz artışları Hazine ve Merkez Bankası’na çok ağır yükler getirecek. Büyük bütçe açıkları piyasa mekanizması yoluyla ancak çok yüksek faizli tahvil satışlarıyla finanse edilebilir, yurtdışından belki bir miktar “sıcak para” çekilebilir. Ama bunlar da hem “nas” sorunu doğurur Saray’ın tepkisini çeker, hem de yüksek faizin yukarıda dikkat çektiğimiz olumsuz sonuçlarını ağırlaştırır. Para basma yoluna gidilmesi de enflasyonu iyice çığırından çıkarır.

Başta söylediğimiz gibi, Türkiye ekonomisi adeta domuz bağıyla tos toparlak hale getirilmiş durumda. Ne yana dönmek istese, hareketini engelleyecek yeni acılar yaşatacak düğümler var. Mehmet Şimşek’in veya “piyasa dilinden anlayan” bir başka zat-ı muhterem  bunların üstesinden gelmesi çok zor görünüyor.