Ekonomist Haluk Levent: Kapitalizm teknoloji eliyle yeni bir gerileme dönemi yarattı
BirGün’ün sorularını yanıtlayan ekonomist Haluk Levent "Ben kapitalizmin yıkılmakta olduğunu düşünüyorum, yeni bir sınıflı topluma geçiyoruz. Bu kabul etmesi zor bir şey ama birçok argümanım var" dedi.

Yusuf Tuna Koç
ABD’de yeni dönem, neofaşistlerle teknoloji devi ultra zenginlerin yeni ittifakıyla açıldı. Avrupa’daki faşist hareketler Trump’tan çok Musk’a bakıyor. Yannis Varoufakis, giderek sistemi ele geçiren ve dönüştüren bu yeni dönemi Tekno-Feodalizm olarak adlandırmıştı.
Farklı isimlendirmeler mevcut olsa da Amerikan merkezli kapitalizmin yeni bir dönüşüm geçirdiği vurgusu ortak.
Yaşanan siyasal ve iktisadi gelişmeleri, Bilgi Üniversitesinden Prof. Dr. Haluk Levent ile konuştuk.
Trump’ın yemin töreni sonrası somut bir tablo ortaya çıktı: Musk’tan Bezos’a, Zuckerberg’den Google CEO’suna teknoloji zenginleriyle iktidar hiçbir zaman olmadığı kadar yakın ilişkide. Biden de giderayak “tekno-oligarklara” dikkat çekmişti. Bunu ABD merkezli sistemin ya da genel anlamda kapitalizmin yeni bir dönemi olarak mı görmek gerek?
Ben kapitalizmin yıkılmakta olduğunu düşünüyorum, yeni bir sınıflı topluma geçiyoruz. Bu kabul etmesi zor bir şey ama birçok argümanım var. “Tech broların” Trump’ın arkasına sıralanması, Elon Musk’ın uluslararası neofaşist bir hareket yaratmak üzere finansman ayıracağını ilan etmesi, doğrudan AB içerisindeki Neonazi partileri iktidara getirme müdahalelerinde bulunması şaşırtıcı değil.
Öncelikle, gerçekten büyük bir kavram kargaşası var; tekno-feodalizm, dijital kapitalizm… Bu tartışmalar aslında yeni değil, Türkiye’de de Yalçın Küçük Tekeliyet serisinde bu tartışmaya girmişti. Ancak şu an yoğunlaşılan kısmı yönetişim alanı. Şirketler bir yönetim modeli olarak bu feodal anlayışı aslında ilk kuruldukları günden itibaren bünyelerinde taşıyan kurumlar. Eğer feodalizmi J. R. Strayer’in tanımladığı biçimde “İktidarın parçalandığı, kamusal alanın özel ellere devredildiği, bu düzeni korumak üzere özel orduların hâkim olduğu bir üretim biçimi” olarak düşünürsek o zaman Marx’ın iyimser yorumlanmasında varolan doğrusal zincir sorgulanmayı hak ediyor: İlkel toplum, köleci toplum, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm. Ancak bu lineer akış içerisinde süreklilikler var. En büyüğü de sınıflı toplumun başından beri varolan devletler. İkincisi ise şirket. Şirket embriyonik haldeki devlettir. Levanten şirketi ve Doğu Hindistan Şirketi gibi ilk şirketlerin faaliyetlerine bakacak olursanız bunların savaş açtıklarını, kolonyal düzen oluşturduklarını görüyoruz. Bir yandan devlet fonksiyonu içerirken diğer yandan şirket faaliyetlerinde bulunuyor, ortakları da Londra borsasının ortakları.
Neoliberalizm ilk olarak kamunun bizatihi üretim birimi olarak ekonominin içinde bulunmasının piyasaları bozduğunu iddia etti. Bunu kritik sektörlerin, kamu hizmetlerinin özelleştirilmeleri izledi. Örneğin Cumhurbaşkanı “fiyat artışlarına karşı boykot haklarımızı kullanalım” dedi, şu an en fahiş fiyatlanma hastanelerde. Hastalanınca hastaneye gitmeyelim mi? Özel sigorta sistemini dahi platform kapitalizmi şeklinde işleyerek devre dışına bırakmış bir sistemden bahsediyoruz. Eğitim, sosyal mobilizasyonun başlıca alanıdır. Eğitim sektörü de rant alanı haline dönüştü, tüm vasıflardan uzak bir belge dağıtma sistemine dönüştü. Türkiye’yi anlatıyorum ama tüm dünyada benzer şekilde. Elektrik dağıtımı inanılmaz bir rant aktarım sistemine dönüştü. Bunu da kullanmayalım diyemiyoruz. Üretim sürecinde dahi rasyonalize edilemeyecek haydut şirketlere büyük rantlar aktarılıyor. Verdiğimiz ücretler kamu finansmanına gitmiyor, doğrudan doğruya haraç ödüyoruz. Latin Amerika’da suyun özelleştirilmesiyle büyük isyanlar çıkmıştı. Orada da bunun bir rant kazıma mekanizması haline dönüştüğünü ve bunun da servet ve gelir eşitsizliğinde nasıl bir rol oynadığını gösteriyor.
Üçüncü aşama, rant kazımanın bütün kamusal karar süreçlerine yayıldığı bir döneme girdik. Paran varsa adalet seni es geçebiliyor. Fiilen parçalanmış durumda. Bu Türkiye’de de böyle ABD’de de. Etrafımızda birtakım piyasalar var ancak piyasa gibi çalışmıyor. İktisatçı arkadaşlarımız faiz, döviz kuru vs etrafında yorum yapmaya çalışıyor. Ancak ortada piyasa gibi çalışmayan ama öyle çalıştığı varsayılan, bu yüzden de eski kavramlarla açıklanmaya çalışılan bir sanal ortam var. İşgücü piyasasına gelirsek, ücretleri devlet belirliyor artık. Çalışanların yüzde 65’i asgari ücret etrafında çalışıyor. Bunun pazarlık alanı zaten yok, işverenin istekleri önceleniyor ama artık bir piyasa yok. Altyapı hizmetlerini kullanacak insanlar, yatırımların nereye gideceğinden haberdar edilmiyor. Sonucunda kamu-özel işbirliği adı altındaki rant çıkarma mekanizmaları ortaya çıkıyor. Örneğin Kütahya’ya havaalanı yapılması, gereksiz dağıtılmış büyük projelere bir örnek. Neden yapılıyor? Rant kazıma sisteminin devamı için bugünkü gelirlerimizin potansiyel rant olarak dağıtılabilmesi için. Tüm gelirlerimiz şimdiden ipotek altına alınmış durumda. Bu tür kamusal kararlardan rant çıkarılabilmesinin gerçekleşmesi ancak kamunun kendisinin bu alandan silinmesiyle mümkün. Dolayısıyla üçüncü alan yurttaşlığın bizatihi kendisinin ortadan kaldırılmasıdır.
***
BİLİM KAMUSAL TEKNOLOJİ ÖZEL
Teknoloji bu sürecin neresinde?
Teknoloji bu eğilimin güçlenmesine ve hızlanmasına sebep oldu. Bu da bilimle teknoloji arasındaki asimetrik bağda yatıyor. Bilimsel gelişme olmadan teknolojik gelişme olmaz, ancak bilim bir kamusal maldır. Teknoloji ise burada ortaya çıkan bilgi birikiminin belirli faydalı işlere dönüşmüş halidir. Ancak bu dönüştürme işlemi sırasında, yani bir ihtiyaca yönelik buluş yapıldığında, bilimsel değer dikkate alınmaksızın telif hakkı üzerinden bir mülkiyet tesis ediliyor. Yani aslında kamusal alanda gerçekleşen bir faaliyetin ürünü, birtakım katkılarla birlikte bir özel mülkiyet haline getiriliyor. Burada gerçekleşen bilimsel bilgi birikimindeki artış ne kadar yüksekse teknoloji karşılığı da öyle oluyor. Günümüzde üniversiteler bu bilimsel bilgiyi üretenleri de Organize Sanayi Bölgeleri, TTO’lar, öğretim görevlilerine şirket teşvikleri, teknokentler vs eliyle dönüştürüyor. Trump’ın aldığı önemli kararlardan birisi Federal bütçeden bilimsel fonların tamamını kesmek oldu. Bunun sonucunda bilimsel çalışmalar sadece özel şirketlerin fonlarıyla gerçekleşebilecek. Bu bilimsel düşüncenin, gelişmelerin ve teknolojik tercihlerin tamamen piyasanın eline bırakılması anlamına geliyor. Dolayısıyla en büyük rant kazıma bilimden teknolojiye geçerken gerçekleşiyor. Kamu faaliyeti olan bilim ve bilgi teknolojiye dönüşürken özel tekellere giriyor. Kamusal alandaki çalışmalar olmasa bugün kuantum çiplerden bahsedebilir miydik? Burada büyük bir asimetrik ilişki ve rant aktarım mekanizması var.
İkincisi, Zuboff’un 2019’da yayınlanan kitabının da başlığı olan Gözetim Kapitalizmi meselesi. Zuboff, aplikasyonlardan yola çıkarak ikili bir döngüden bahsediyor. Birincisi her aplikasyonla bilgilerimizi mecburen şirketlerin erişimine açmamız. Bu erişimle oluşan dev veri tabanında profillerimiz çıkarılıyor. Bu profiller bizi bizden daha iyi tanıyabilecek bir tarif veriyor. Sonra bu profilleme yoluyla verilerimiz üçüncü kurullara çok büyük meblağlara satılıyor. Bu devasa bilgi akışı, karşılığı ödenmemiş yeni bir değerin parasallaştırılmasına yarıyor. Zuboff buna davranışsal artık diyor. Marx’ın artıdeğer olarak adlandırdığı artık çıkarmadan farklı olarak, her şeyimizin izlenmesinden ortaya çıktığı için bir toplumsal kontrol mekanizması da yaratıyor. Kapitalizm öncesi ekonomi biçimlerinde toplumsal ve iktisadi kontrol bir aradaydı, kapitalizmle ayrılmıştı, sosyal devlette de regüle edilmişti. ’90’lardan itibaren neoliberalizmle birlikte devletle şirket arasında yeni bir bütünleşme gözlemleniyordu.
AKP bir tür laboratuvar gibi, cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte ülkeyi CEO gibi yöneteceğim dedi ve bunu hayata geçirdi. Devlet sermaye birleşiminin bir prototipini yarattı. Bunun kamusal karar süreçlerindeki etkisini, en son Bolu yangınında da gördük. Dolayısıyla teknolojinin ikinci işlevi, kendi özel artığını üretmenin yanı sıra iktisadi ve toplumsal kontrolü aynı kurumda birleştirmek oldu. Bu ayrıca yüksek yoğunluklu bir tekel imkânı yarattığı için bazı kritik noktalarda dağıtılması mümkün olmayan tekeller oluştu. O yüzden bu 5’li 6’lı oligarşik yapı oluştu. Bugün AB Google’ı regüle etmek istiyor ama yapamıyor. Amazon Avrupa’da toplam online alışverişlerinin yüzde 60’ının gerçekleştiği bir platform.
ÇALIŞMA ŞARTLARI 200 YIL GERİYE GİTTİ
Varoufakis’in tekno-feodalizm kavrayışı kabaca iki temel özelliğe sahip. İlki, bulut sermaye olarak adlandırdığı, platform kapitalizmini yaratan düzen faaliyeti. İkincisi de 2008 krizinin ardından girilen aşırı para basılması. 2003’te merkez bankalarının toplam emisyonu 3 trilyon dolar civarındaydı. Kriz geldikten sonra 37 trilyon dolara çıktı. Bu olağanüstü emisyon eliyle sermayenin bizatihi kendisinin rant üretme mekanizması olarak çalışabilmesine imkân verdi. Kapitalizm esas itibariyle sermayedar ve ücretli işçi arasındaki toplumsal ilişkinin tezahürüdür. Aşırı yüksek bir kâr oranından bahsedilmez. Bir şirkete yönelik değerleme ücreti yatırımın kaç yılda geri alınabileceğinden hesaplanır. Ancak bu durum günümüzde tamamen nitelik değiştirdi. Artık esas faaliyet şirketin maksimum değerini en kısa zamanda elde edip satmaya dönüştü. En son Deep Seek-Nvidia meselesinde gördük, herkes Nvidia’nın bir günde nasıl 600 milyar dolar kaybettiğine şaşırdı, ama asıl şaşırmamız gereken şey bu şirketin nasıl 3,5 trilyon dolara çıktığı. Bu rakamların normalleştirilmesi, Musk’ın Twitter için 40 milyar dolar vermesi, TikTok için 100 milyar dolar taahhüt etmesi bu likidite sayesinde oldu.
Varoufakis’in bir diğer altını çizdiği kavram platformlaşma. Platformlar kapitalizm açısından yıkıcı bir etkiye sahip. Emek açısından iş ilişkisini yıkıcı bir biçimde dönüştürüyor. Öte yandan da katmanlı bir tabiiyet ilişkisi yaratıyor. Sermaye küçük miktarlarla inanılmaz miktarları kontrol ediyor, yan sanayiyi kendine tabi kılarak bir tekelleşme yaratıyor. Ancak şu an mesele ekonomik güç ilişkisinden çıkmış durumda. Siz tek kişilik esnaf olarak bir işe talip oluyorsunuz, örneğin kuryelik. Bu sistemde bir platformun egemenlik alanına dahil oluyorsunuz, kabul edildiğiniz anda işten kaynaklanan tüm riskler çalışanın üzerine kalıyor. Ancak işveren sizi işe çağırmayabiliyor. Dolayısıyla çalışanlar, Engels’in tarif ettiği dönemdekine benzer şekilde sınırsız iş saatlerinde çalışıyor. Büyük bir regresif hareket var geçmiş dönemlere doğru. Bu regresyonu teknoloji ivmelendiriyor.
***
TEKNO-FEODALİZM: İKTİSADİ VE TOPLUMSAL ANLAMDA GERİLEME
Şu an Musk’ın Avrupa’daki faşist partiler üzerinden de dayatmaya çalıştığı en önemli mesele de bu denetimsizlik, deregülasyon süreci.
Siz toplumsal planda sosyal korumayı, sosyal devleti ve kamusal alanı kapatırsanız birey çıplak olarak kendini güvende hissetmeyecektir. Yapabileceği tek şey bir cemaate sığınmaktır. Kai Lindemann buna çete diyor. Horkheimer gibi Frankfurt Okulu aydınları bu kavramları Nazı dönemini gözlemleyerek oluşturdu. Neden neofaşizmle birlikte gelişiyor bu süreç diyoruz, çünkü onu çağırıyor. Yurttaşın yurttaş olmaktan çıktığı durumda insanlar kendilerini koruyabilmek için kriminal olmayan çetelere giriyor. Lindemann çeteyi itaat karşılığı çıkar elde edilen topluluk olarak tanımlıyor. T. Bora da bunu ganimet cemaati olarak adlandırıyor. İlla kriminal çete olarak değil, kurallardan azade olarak işinizi görebileceğiniz gruplaşmalar. Platform anlayışıyla toplumsal alanda ortaya çıkan bu dinamik birbiriyle örtüşüyor ve birbirini çok iyi tamamlıyor.
BİLİM VE TOPLUMSAL MÜCADELE BİRLEŞMELİ
Dolayısıyla bu çete işleyişi ve tekno-feodalizm olarak kavramsallaştırılan iktisadi ve toplumsal dönüşüm kamusal alanın tamamen tasfiye edildiği yeni bir düzene doğru gitmemize sebep oluyor. Bu aynı zamanda siyasetin de metalaştırılmasını getiriyor. Sonuç itibariyle anketlerin, think-tank’lerin belirlediği, ana muhalefet partilerine “Böyle gitmiyor, bir toplumsal hareket yaratalım” denildiğinde en üst seviyeden “E ne yapalım?” dendiği bir çağa girmiş durumdayız.
Pikkety, son kitabının girişinde, “eşitsizliklerin çözülmesi kapitalizm içerisinde mümkün değildir. Benim söyleyebileceğim, demokratik katılımcı ekolojik sosyalizmdir” diyor. Pikkety Sarkozy döneminde neoliberal eğitim reformunun başındaydı. Dünya Bankasının eski baş ekonomisti Angus Deaton’ın Umutsuzluk Ölümleri diye Türkçeleştirebileceğimiz mükemmel bir kitabı var. Biliminsanları iklim yıkımının ne kadar yok edici bir tehdit olduğunu, teknolojinin risklerini gördükten sonra aktivizme kaymaları, keza bu yılki Nobel’in Acemoğlulara verilmesi de bununla ilgili. Dolayısıyla siyasetin üniversiteleri hedef alması boşuna değil. Bir mücadele hattı örmek için yapmamız gereken yurttaşlığı yeniden kazanacak bir politika izlemek ve bu politikanın sınıflı toplumun dışında bir çözüm önerisiyle birleşmesi.
Bütün bu geriye gidişi ortaya çıkaran asıl büyük çelişkinin temeli şudur; bugün maddi ve teknik olarak bolluk toplumunun altyapısı hazırdır. Ancak küresel düzeyde bu bolluk toplumu için gereken siyasi mücadele ortada değil. Bu boşluktan da faşizm ve gerici iktidarlar ortaya çıkıyor. Atomik Bilimcilerin senelik olarak yayınladığı Kıyamet Saati, bu sene kıyamete 89 saniye kaldığını açıkladı. Sebep olarak nükleer risk, iklim değişikliği, biyolojik tehditler ve teknolojik yıkım gösteriliyor. Burada atladıkları çok sayıda tekil başka gelişme de var. Aralık ayında ayna bakteri çalışmalarının ekolojik sistemi kısa sürede yıkabileceği iddia ediliyor ama teknolojik tercihler piyasaya bırakıldığında büyük para kazanma amacına yönelik olarak toplumsal ihtiyaçlar göz önüne alınmadığı için büyük tehditler ortaya çıkıyor. Amerikan ordu merkezinin tehdide yanıt süresini kısaltmak için giderek daha fazla yapay zekâ entegrasyonuna girişmesi gibi. Üç defa nükleer savaştan dönüldü, hepsi aletlerin yarattığı sorunları insan feraseti önlediği için. Bugün insan faktörü giderek daha fazla azaltılıyor. Dolayısıyla toplumsal mücadeleler ve bilimin birleştirilip yurttaşlığı geri kazanma amacıyla faaliyete geçmeli, ondan sonrası bir siyasi müdahale olacaktır.