Google Play Store
App Store

Trump’ın Grönland’a göz koymasının ve Ukrayna’nın nadir toprak minerallerini istemesinin altında emperyalist emeller ve hegemonyayı sürdürme istenci var. Kapitalizm doğası gereği ekolojik ve toplumsal yıkımlar üretir

Ekstraktivist yeşil dönüşüm, jeopolitik ve savaş

Doç. Dr. Yelda Erçandırlı - Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi & Leeds Üniversitesi

Bir tarafta iklim değişikliğinin bilim insanlarının öngördüğünden daha hızlı bir şekilde derinleşmesi ve bilim insanlarınca onunla ilişkili olduğu düşünülen salgın hastalıklar, istikrarsızlaşan küresel ekonomi, öte tarafta hemen yanı başımızda devam eden savaşlar ve emperyalistlerin dizginlenemez hırsları ezilen sınıflar adına 21’inci yüzyılın ilk çeyreğini tamamladığımız bu günlerde karamsar olmamız için temel göstergeler olarak sunuluyor.

Bu yazıda çağımıza özgün sorunların benzer nedensellik ve yapısal mekanizmalar ile çerçevelendiğini ve birbirini şekillendirdiğini vurguluyorum. Bu tarz bir değerlendirme küresel kapitalizmin yeşil dönüşüm/ enerji politikaları ve savaşlar arasındaki ilişkiselliği gösterir. Bir başka ifade ile savaşlardan sorumlu olan güçler ile ekolojik yıkımdan sorumlu toplumsal güçler aynıdır.

YEŞİL DÖNÜŞÜMÜ DOĞRU ANLAYALIM

İçinde bulunduğumuz ekolojik koşullar, toplum bilimleri açısından yalnızca ekolojik sınırları değil; aynı zamanda mevcut dünya düzeni için artan marjinal maliyetlerin habercisi konumunda. Silahlanma yarışı ve hegemonya arayışları devam ederken ana akım tartışmalar Ukrayna Savaşı gibi enerji çatışmalarının işbirlikçi yönetişim çabaları ile karmaşık kriz manzaralarının hafifletileceğini vurguluyor. Dünyanın farklı bölgelerindeki farklı çatışmalar dünyanın neye benzetilmeye çalıştığını, emperyalist mücadelelerin ne yönde olduğunu da bizlere açıklıyor. Yeşil dönüşüm adı altında gıda sistemlerini yeni iklim koşullarına uyarlayarak, su kıtlığını yöneterek, sıra dışı hava olaylarına katlanarak, emperyalist-kapitalist dönüşüm için gereken yer altı mineralleri çıkartarak, elektrikli arabalar üreterek, akıllı ürünleri piyasaya sürerek, geri dönüşüm tesislerinin sayısını arttırarak yeni bir sistem oluşturuluyor. Bu yeni sistemi oluşturabilmek için emperyalistlerin daha fazla miktarda toprak minerallerine ihtiyacı var.

Donald Trump geçtiğimiz günlerde sosyal medyada yaptığı bir paylaşımda “diğer ülkelerin, özellikle de Çin'in, yüzlerce kömür yakıtlı elektrik santralini açarak” ABD’ye karşı “muazzam ekonomik avantajlar elde etmesine izin verdikten sonra, yönetimime derhal güzel ve temiz kömürle enerji üretme yetkisi” vereceğini açıkladı. Bu açıklama hiçbir çevreciyi şaşırtmadı çünkü, Trump birçok çevreci tarafından hali hazırda tam bir doğa düşmanı olarak tanımlanıyor. Trump’ın petrol endüstrisine bağlılığını bir önceki başkanlık döneminden zaten biliyorduk. Joe Biden’ın başlatmış olduğu enerji geçiş programı olan yeşil yeni düzenin kasıtlı olarak Trump tarafından frenlenmesi, yeşil fonların durdurulması ve  mevcut- liberal çevre politikalarının sonunun geldiği iddia ediliyor. Trump, balinalara zarar verdiği gerekçesiyle deniz rüzgar santrali projelerine bir morotaryum duyurdu ve görüntü kirliliği yarattığını da iddia etti. Dahası, yakın tarihlerde The Guardian, Trump yönetiminin sera gazlarının halk sağlığı açısından zararlı olduğunu belirten resmi bulguları tekrar gözden geçireceği haberini yaptı. Gazetenin haberine göre “Trump, iklim krizini bir ‘aldatmaca’ olarak değerlendiriyor ve kötüleşen etkilerinden endişe duyanları ‘iklim delileri’ olarak nitelendiriyor.”

Birçok çevrecinin düşündüğünün aksine aslında ABD, yeni birikim stratejisi olan yeşil dönüşüm projelerini tamamen terk etmiyor, bilakis şekillendiriyor. Mevcut politik-ekonomik sistemde yeşil dönüşüm olarak tanımlanan şey (doğanın yıkımının altında yatan toplumsal ilişkileri göz ardı ederek) zaten büyük ölçüde teknolojinin ve mühendisliğin daha da geliştirilmesine ve politik-ekonomik sistemin yenilenebilir enerjinin yoğunlaşmasına dayanıyor.  ABD yeni birikim rejiminin -yeşil dönüşümün- oluşumunda hegemonik rolü Çin’e ya da başka bir emperyalist güce bırakmamakta oldukça ısrarcı ve projelerini de  özellikle sınırlı toprak mineralleri üzerinden şekillendiriyor. Geçtiğimiz günlerde ABD Başkan Yardımcı JD Vance’in, Grönland’ın askeri güce ihtiyaç duymadan ilhak edilebileceğini, yeryüzü, iklim ve Arktik bölgesi hızla değişirken, Grönland’ı “yayılmacı Çin”in tehditlerine karşı uyarılması gerektiğini, Grönland’ın “zayıf ve cimri Danimarkalı efendileri terk edip bunun yerine ABD’nin güçlü ve koruyucu kucağına yönelmesi” gerektiğini ifade etmesi, aşağıda detaylandıracağım üzere,  küresel ekstraktivizmde hegemonyasını devam ettirmek istediğini gösteriyor.

JEOPOLİTİK MÜCADELENİN YENİ ADI:  KÜRESEL YENİ-EKSTRAKTİVİZM

Öncelikli olarak, bir yanda Rusya’nın Ukrayna (NATO) ile devam eden savaşı, öte yandan Trump’ın sürekli (ulusal) Amerikan çıkarlarından söz etmesi, Rusya gibi yalnızca “büyük güçleri” muhatap alması, uluslararası ilişkilerin neorealist kuramına geri dönüşleri hızlandırıyor. Ancak neorealistler bir kez daha gerçeği sadece görebildikleri ile Trump’ın politikalarının altında yatan sosyo-doğal yapı ve mekanizmaları göz ardı ederek analiz ediyorlar. Amerikan ulusalcılığı, şiddet yanlısı muhafazakarlık-milliyetçilik, ırkçılık, dizginsiz sömürü, Trump’ın saldırgan dili kapitalizme, ve aslında kapitalizmin doğa ile ilişkisine ne kadar bağlı olduğunu ve yeni hegemonik projelerle yeni bir sömürü sürecini başlatmak istediğini gösteriyor.

Her ne kadar Trump’ın toprak minerallerine olan tutkusu çok konuşulsa da Ukrayna’dan toprak minerallerinin yarısını istemesinin altında yatan politik- ekonomik yapılar  ve sosyo-ekolojik sonuçları gözden kaçırılıyor. Trump’ın Grönland’a (tekrardan) göz koymasının ardından Ukrayna’nın nadir toprak minerallerinin yarısını istemesinin altında elbette emperyalist emelleri ve hegemonyasını sürdürme istenci var.  Kiev Ekonomi Okulu başkanı Tymofiy Mylovanov “ABD yönetimi Ukrayna’nın egemenliğine meydan okuyan bir anlaşmayla işe başladı, ardından ülkeyi iflas ettirecek sömürücü bir anlaşmayı dayattı”, derken oldukça haklı görünüyor.

Ukrayna, geçtiğimiz yıllarda küresel titanyum üretiminin yüzde 7’sini oluşturduğunu belirtmişti. Kanıtlanmış titanyum rezervleri bakımından dünyanın ilk 10 ülkesinden birisi. Yaklaşık 19 milyon ton cevherle dünyanın pil üretiminde önemli bir rol üstlenen grafit rezervleri bakımından önde gelen beş ülke arasında.

ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu’na göre 2023 yılında ABD kullandığı titanyumun %95’ini; grafitin ise tamamını ülke dışından sağladı. Ukrayna, ayrıca demir, uranyum, manganez, cıva ve galyum gibi yenilenebilir enerjide oldukça önemli rol oynayan elementlerin rezervine sahip. Ukrayna yakın zamanda Zelenski’nin ifadesi ile “herhangi bir zamanda ve herhangi bir formatta” imzalamaya hazır olduğunu belirtti. Anlaşmada Ukrayna’nın yeniden inşası için bir yatırım fonu kurulması öngörülüyor. Ukrayna, toprak minerallerinin %50sini fona aktaracak ve fon da Ukrayna’nın güvenliği, emniyeti ve refahını arttırmak için yatırım yapacak. Dahası, anlaşmaya göre ABD, Amerikan yasalarının izin verdiği azami miktarda fona sahip olacak.

Öte yandan nadir mineraller açısından oldukça zengin olan Grönland, küresel ısınma nedeniyle eriyen buzlarla emperyalistlerin iştahını daha da kabartıyor. Bazı maden şirketleri kritik nadir toprak elementlerinin en önemlilerinin burada olduğunu belirtiyor.  Bu, nadir toprak elementlerinin en büyük ihracatçısı Çin ile hegemonik mücadele anlamına geliyor. Ekstraktivist faaliyetler,  buz tabakalarının daha hızlı erimesine neden olduğundan Grönland’taki özerk yönetim bu faaliyetlere çoğu zaman izin vermiyor, uranyum kirliliğine neden olabileceği gerekçesiyle verilen şirketlere lisansları  iptal ediyor. Grönland’taki özerk yönetimin iptal ettiği lisansların başında Amerikalı şirketler olduğu biliniyor.

Dahası Trump, Grönland’ı “ulusal güvenlik çıkarları” için istediğini belirtiyor. Trump, Putin gibi Kuzey Kutup Dairesi’nin üst kısmı olan Arktika özel jeostratejik ve askeri operasyonlar açısından küresel rekabet gücünün merkezi olarak tanımlıyor. Buzun altında saklanabilen nükleer silahlı denizaltılar için bir sahneleme alanı olduğu biliniyor. ABD, Grönland’ta İkinci Dünya Savaşı’ndan beri komuta ettiği bir üsse de sahip.

Trump, sermayenin tekrardan ABD’de yoğunlaşması, merkezileşmesi için mücadele ediyor. Emperyalistler arası rekabet yerine  üretim araçlarının, toprak minerallerinin ABD’de yoğunlaşması için çalışıyor. ABD, 19.yüzyıl sonlarına denk gelen “altın çağ” olarak da adlandırılan dönemde toprak mineralleri açısından zengin olan Alaska’yı satın aldı, Küba, Porto Riko ve Filipinleri işgal etmişti. Bu açıdan Trump’ın Grönland ve Panama Ukrayna hakkındaki açıklamalarının bugün gözleyebildiğimizden çok daha fazla jeopolitik ve ekolojik sonuçları olacağını düşünüyorum.

Tüm bu gelişmeler ABD’nin Trump ile yeşil dönüşüm projelerinden vazgeçmediği ve bunu ekstraktivist bir yolla maliyetleri düşürerek devam ettirmek istediğini gösteriyor.  En nihayetinde yeşil dönüşüm gerçekten de finansal uygulamalar, altyapı projeleri,  güvenlik ekipmanları veya teknolojik yeniliklerle çevre politikası adı altında bir pasifikasyon olarak hizmet etmekte yeni pazarlar yaratmakta ektstraktivizme bağlı olarak daha fazla devletçi yönetişimi onaylamaktadır. Trump da Amerikan endüstrisini canlandırma ve dış kaynak kullanımını durdurmayı, yabancı üretime olan bağımlılığı azaltmayı vaat ediyor. Tüm bunlar, Trump’ın aslında kapitalizmin yeşillenmesine karşı değil, sadece yeşil politikalar için yüksek maliyetler ödemeye karşı olduğunu gösteriyor. Nitekim, ABD’nin ev pilleri için kritik mineraller tedarikini güvence altına almaya devam edeceğini söylüyor.

EKSTRAKTİVİZME DAYALI YEŞİL DÖNÜŞÜM SOSYO-EKOLOJİK ÇÖKÜŞTÜR, KIRILGAN TOPLUMLARIN YOK OLUŞUDUR!

İçinde bulunduğumuz duruma bir de şu açıdan bakalım: Bilindiği üzere Aralık 2015’te Paris’te COP21’in sonunda, 195 ülke lideri büyük bir tantana ile sıcaklık artışını sanayi öncesi seviyelere göre 1,5°C'de sınırlandıracaklarını ilan ettiler. Liderler başarılarını kutlarken Şubat 2016 itibariyle ortalama sıcaklık 1,5°C'de görünüyordu. 2024, bu eşiğin aşıldığı ilk ve en sıcak yıl oldu. Geldiğimiz aşamada bugün bizleri düşündüren liderlerin 3°C ısınan bir dünyaya hızla ilerlerken yeşil teknoloji ve jeomühendislik yarışında nasıl yer alabileceklerini hesaplıyor olmalarıdır. Ancak yeryüzü parametrelerindeki ciddi değişiklik, gerçek emisyon azaltımlarının uzun süre ertelenmesi teknolojinin çözüm olabilme ihtimalini de tamamen yok ediyor.

Ekosistemler şiddetli bir şekilde parçalanırken, hayatta kalmak ve geçimlerini sağlamak için toprağa bağımlı olan halkların sularının ve topraklarının kirlenmesi nedeniyle yerinden edilmesi ve  dışlanması ile sonuçlanıyor. Yıkım (savaş ve jeomühendislik)  teknolojilerinde yenilik yapmak için muazzam ölçüde toprak minerali gerekiyor. Alümünyum, bakır, platin ve kobalt gibi malzemeler yalnızca güneş panelleri ve elektrikli araçlar için yani sözde yeşil dönüşüm için kullanılmıyor, gizlenerek savaş teknolojikerine hatta nükleer silahlara dönüştürülüyor. Birleşik Krallık Savunma Bakanlığı’nın en az 20,6 milyon ton minerale ihtiyaç duyduğu bunun ise milyonlarca toksit yaratması sadece  emperalizm, savaşlar ve ekolojik çöküş arasındaki ilişkiselliği gösteriyor. Afrika’daki Marikana katliamları ekstraktivizmin nasıl militarize edildiğini çok net göstermişti. 2019’da Brezilya’da bir maden yatağı çöküp tüm köyleri sular altında bırakarak 272 kişinin ölümüne neden olduğunda, madenciliğin savaşla eş gören tartışmalar en başta liberaller tarafından reddedildi. Britanyalı sivil toplum kuruluşlarının iddialarına göre Brezilya’da çıkarılan madenler, yalnızca Brezilyalıların değil; daha sonra Birleşik Krallık silah teknolojisinde kullanılarak Filistinli çocukların ölümünde rol oynadı.

Kısaca bir yandan ekstraktivizm yoluyla yeşil dönüşüm, ulusal ekonomileri zenginleştiriyor, öte yandan savaşlar için yeni araçlar bulmanın yollarını meşrulaştırıyor. Daha görünmez olan ise yeşil dönüşümün ekoloji odaklı sınıf mücadelesinin önemini görünmez kılması. Bu açıdan Trump’ın seçilmesi, liberallerin, 2015 Paris İklim Anlaşmasına, COP’lara ya da yeşil dönüşüm masalına umut bağladığı bir süreçte, sınıf mücadelesi, örgütlü direniş dışında hiçbir seçeneğimizin olmadığını daha görünür kıldı. Geçtiğimiz süreçte bizlere öğretilen şey kapitalizmin doğası gereği sürekli olarak ekolojik ve toplumsal yıkımlar ürettiği ve iktidardakilerin radikal-sistemik bir dönüşüm yerine sürekli olarak bu sorunları mevcut sistemde çözebileceğini iddia etmesi. Ancak, kapitalizmden radikal bir kopuş olmadığı sürece toplumsal dönüşümün yerini alacak şey  yeni bir kapitalist sınıf projesi ve geleceğe yönelik küresel emperyalizmi ve eşitsiz ekonomik ve ekolojik gelişmeyi destekleyen cinsiyetleştirilmiş, ırksallaştırılmış eşitsizlik ve doğanın daha fazla yıkımı oluyor. Mevcut koşullar altındaki yeşil dönüşümde, küresel düzlemde ezilen sınıflar ve kırılgan toplumlar daha fazla tehlikeye atılıyor.