Google Play Store
App Store

Bugün Anneler Günü, kutlu olsun. O nedenle daha önce yazdığım bir yazıyı olduğu gibi sunuyorum…

Annem Emine’yi, bayramın birinci günü yitirdik. Onun 1910’larda başlayan yaşamı, aslında, Doğu Karadeniz kırsal kadınını anlatır.

Babasını Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış Cephesi’nde kaybetmişti; Rus işgali sırasında yaşadığı kısa süreli iç göçü, şöyle böyle anımsıyordu; bir kardeşi vardı. Hiç eğitim almamıştı. Karadeniz kırsalı çok engebelidir. Annemi ilk kez sırtında ağır bir odun yüküyle iki büklüm, bizim ahşap evin uçurumu andıran aşağı yamacından, fındık dallarına çarpa çarpa çıkarken gördüğümü anımsıyorum.

Üretim ve ulaşım koşulları, o yıllarda aileleri ekonomik olarak kendi kendine yeterli olmaya zorluyordu. Annem, dışarıdan satın almaya gerek kalmayacak kadar mısır üretmek amacıyla çırpınırdı. Yeterlilik yalnız ekmeklik mısırda değil, hayvansal ürünler; sebze, meyve, giderek giyim eşyası için de geçerli olmalıydı. Odundan gübreye, yemden yiyeceğe, her şey sırtta taşınabiliyordu. Böyle olunca da annemin iş yükü taşınamaz boyutlara çıkıyordu; sabahın alacakaranlığıyla işe başlar, akşamın karanlığına kadar çalışırdı. En büyük şikâyeti, sürekli yağmur yağmasıydı; öyle çok sayıda dua bilmezdiyse de daha çok, "yağmur yağmasın" diye dua ederdi. Ayrıca, birkaç büyük ve küçükbaş hayvana kışlık yem hazırlıyor; bunları her yaz bir iki aylığına da olsa yaylaya götürüyor; 500 kilo ile 1 ton arasında değişen fındığını topluyor; kışlık yakacak odun taşıyordu. Yayla deyip de geçmeyin. O yıllarda yaylaya ulaşmak için, çoğu zaman sırtta ağır bir yük ile dar patika yollardan 10- 12 saat yürümek gerekliydi.

***

Bu üretim yapısı 1950’li yıllarda çok büyük bir değişim geçirdi; para kullanımı arttı. Yaş çay yaprağı üretimi devlet desteğiyle yaygınlaştı. Devlet bir dönüm çay tarlasının yapımı için 20 lira bağış yapıyordu; yeni bir memurun aylığının 80-100 lira olduğu yıllarda bu para önemliydi. Birkaç dönüm çay tarlasına sahip olmak ailenin nakit sıkıntısını azaltıyordu. O da öyle yaptı, çay üreticilerinden biri oldu. Emine’nin yükü bunlarla sınırlı kalmıyordu; yol vergisinden kurtulmak için en az beş çocuk yapmalıydı; düşükler ve bir çocuk ölümünden sonra, geriye iki kız ve iki erkek çocukla kaldı. Kırsal kesimin her annesi gibi, onun için de çocuk, ucuz işgücüydü; çocuklar, ailenin kendi işlerinde çalışmalıydı. Bu nedenle erkek çocuklarının olmasa da kızlarının ilkokuldan sonra eğitim almasına ısrarla karşı koymak istedi; ancak sonuçta başaramadı; sonraki yıllarda ise onların okuyarak "kurtulduklarını" mutlulukla vurguluyordu.

Çocuk okutmak para gerektiriyordu; Emine, 5-6 km. uzaklığa, sırtında satılık odun taşıdı; odunun "kulaç" denilen yaklaşık bir metreküpü 10 liradan satılıyordu. Çoğu zaman satılan odunların parasını alamadı; dolandırıldı. Komşularından, akrabalarından borç aldı. Kimi yıllar okul giderini karşılamak için, yaz tatilinde bir çocuğunu yanına alarak yarıcılık yaptı; fındık topladı. Çoğu zaman kendisi gibi çocukları da yalınayaktı; çarık satın alamazdı; 1950’lerin ortalarından sonra "kara lastik" yaygınlaşınca, çok sevinmişti. Bir de zamanın hükümeti, tüccarın, kilosunu 60-70 kuruşa sattığı mısır ve buğdayı, TMO aracılığıyla 20 kuruştan satmaya başladığında mutlu olmuştu.

***

Doktor bulamadığından tedavi ettiremediği ülserini buğday ekmeği yiyerek yenecekti. Ahşap evin yerine, 1960’ın başında taş-beton bir ev yapmaya kalkınca da evin yapı malzemesi, esas olarak onun sırtında taşındı; komşuların katılması yani "imecesi" ise bu yük taşıma işini karşılıklı türküler söylenmesiyle bir ölçüde de olsa eğlenceli kılıyordu. Daha sonra, 1970’li yıllarda, evinin kapısına kadar araba yolu gelince işler değişti; artık kasabalardan köye yük taşınması minibüs ve kamyonlarla yapılıyor; yük taşıma işi uzak tarlalarla evi arasında kalıyordu. Daha sonra gelen elektrik, gaz lambasının yerini aldı; bunu, buzdolabı ve kırık dökük bir siyah-beyaz TV izledi. Çay yaprağının işlenmesinin özel girişime açılması, çilesini büyüttü; çünkü sattığı ürünün bedelini bir yıl sonra bile alamıyordu.

Daha sonra çocukları yetişti; torunları oldu; iş yükü azaldı. Ancak o, çalışkanlığının verdiği beden ve ruh sağlığıyla yaşamını sürdürdü. Babaannem yaşlılığı nedeniyle gidemeyince yayla işi de anneme kaldı; o yıllarda babamla birlikte yaylaya gittiler; yanlarında bir de torun olunca sanırım Emine en mutlu yıllarını yaşadı. Annem, tam bir iş tutkunuydu; bu çileye dönüşen tutku, kuşkusuz, içinde bulunduğu koşulların kaçınılmaz bir sonucuydu. Geriye dönüp yaşadığı güçlükleri anımsadıkça, çoğu kırsal kadın gibi, "Nasıl sağ kaldım?" derdi. Işıklar içinde yatsın.

Cumhuriyet, 22 Kasım 2004.