En büyük yardımcımız toplumsal hafızamız
Güray Öz’ün yeni romanı “Karanlıkta Gökkuşağı” bir dönem romanı ama belli bir tarihi kesitin romanı değil. Daha çok o tarihsel kesitte olup bitene değil de sonuçlarına bakmaya çalışıyor. Bugüne maliyetini veriyor. Travmayı boyutlandırarak okuyucuya sunuyor.

Hüseyin TEVETOĞLU
Güray Öz, kuşlar kanat çırparken müjdelemişti bu romanın geleceğini. Geldi işte; umudu, umutsuzluğu, en çok da hüznüyle! “Kuşların Kanat Sesleri” sanat ve edebiyatın çorak tarlasına can suyu olmuştu. Su yatağını bulmuş, tohum yeşermiş olacak ki, onca yıkıntıdan, çöküşten, depremlerden, kokuşmuş çürümüşlükten sonra birdenbire bir gökkuşağı belirdi gecenin koyu karanlığında; yedi renk bir umut.
Karanlıkta mıyız gerçekten. Yazara göre tartışmasız öyle ama hâlâ bir şansımız var. Nasıl mı, cevabı bu kitaplarda. Okuyor, yazıyor, anlıyor, anlatmaya çabalıyor Güray Öz. Önceki romanında gözümüze sokuyordu es geçilen gerçeği. Magripli’ye sırtınızı dönerek yürüyemezsiniz diyordu. Sorun o ünlü “Önsöz”de değil, Grundrisse’yi okumadıysanız yanlış yaparsınız diye uyarıyordu.
Zor bir işe giriştiği muhakkak. Zira bu karanlıkta yürümek zor. Gökkuşağını bu karanlıkta seçebilmek daha da zor. Sen gidersin seninle beraber o da gider. Yetişmek imkânsızdır. Görmek, görüneni yazmak, yazılanı okumak zor. Gerçeği yalanla, gerçek ötesiyle örtmeye çalışan ‘post-truth’ müptezellerin boy attığı zamanımızda okunanı anlamak, anlaşılanı temiz tutmak, anlatmak zor. Kendisi de farkında bu zorluğun. “Yine de umudumu yitirmedim, çünkü en büyük yardımcımız tarihi boydan boya kaplayan toplumsal hafızamızdır” (Karanlıkta Gökkuşağı, s.25) diyerek mesaj gönderir Nermi ile. Hadi son bir hamle! Sen varsan bir fazlayız der, yoksan çok eksik! İnkâr-itiraz-isyan diyalektiğini hatırlatarak düştüğümüz yerden kalkmak için el uzatır bize.
Karanlıkta gökkuşağı! İmkânsız gibi geliyor. Ama gerçekçi olmak imkânsızı istemek değil miydi aynı zamanda. “Karanlığın en koyu olduğu an aydınlığa en yakın olduğumuz andır” diye bir ezberimiz vardı ya. İşte bu sözü tamamlar ve bir anda imkânlı hale getirir imkânsızı gökkuşağı kompozisyonu. Bitti sanıldığı yerde, denizin henüz bitmediğinin resmi, bu resmin, dirilişin unutulmaya yüz tutmuş diliyle yorumlanışıdır. Kuşların kanat seslerindeki umudu çöle taşımaya çalışan Hikmet’in sözüyle söylersek; bir “durum”dur bu da. Bir başka “durum” tarafından yadsınacak, tekrar ve inkâr edilecek. Belki bir yıldız, bir Nermi daha kayacak. Ateşi gökyüzüne saçılacak, aydınlanacak gece. Çölü denize getirmek değil, denizi çöle getirme hülyasında yadsındı Hikmet. Nermi de tekrar etti bunu; “çölü geçmek, çölü denize değil, denizi, hayatı çöle getirmek gerekir” (s.26) diyordu kuyudan çıkan Yusuf’a. O da yadsındı işte. Hikmet’ler var geriden gelen, belki Nermi’ler. Burada Güray, Hikmet ve Nermi, Nazım’la seslenirler satır aralarından; “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz/ ya dünyamıza inecek ölüm.”
Güray Öz, bir başka dünyanın mümkün olduğu noktasında iflah olmaz bir umut besler. Duyarız duymayız ama o hep bize bir şeyler söylemek ister. “Henüz küllenmemiş közlere” tutun donmuş yüreklerinizi diye uyarır. Arada gökyüzüne yedi rengi dağıtıp serpiştirerek ezberlerimizi bozar. Yürüyelim der, az sonra bitecek bu karanlık. Hatırlatır; “ölümün kederini hep içinizde taşıyarak yaşayıp öldüreceksiniz”. Yutkunuruz bu kez. Yaşadım diyebilmek için, kaderimiz dediğimiz o ölüm öncesindeki gerçeği anlamamızı ister. Kendi kendimizin nedeni, sonucu ve anlamı olabileceğimizi hatırlatır. Ölümsüz Hikmet’in, Nermi’nin ölümlerinde dirilmek için. Küçük Hikmet’in yüreğinden umudu eksiltmemek için aynaya baktırır.
“Karanlıkta Gökkuşağı” yazarın, “Kuşların Kanat Sesleri” adlı romanının yalnızca devamı değil, zorunlu sonucudur da. Bu iki roman sürekliliklerinin yanı sıra biri diğerini içeren iç içe geçmiş metinlerdir. Bu nedenle ardışık okunursa birinden diğerine sağlam bir köprü kurulmuş olur. Böylece; Güray Öz’ün dili kullanmadaki özgünlüğü, karakterlerini konuşturma tekniği, zaman ve mekân anlayışı, anlatımındaki içten gelen doğallığı, romanlarında hikâye ettiği olayların gerçekle bağının sağlamlığı daha rasyonel ve anlaşılır bir çizgiye oturtulur ve bu özelliklerin okuyucuya sağladığı üst düzey estetik soyutlama düzlemi okuma zevkine paha biçilmez katkılar sunar. Daha on ikinci sayfada okur romanın serüvenine katılmak için “Kuşların Kanat Sesleri”ni okuma ihtiyacı duyar. Böylece Hikmet’in Moğolistan çöllerinde atların keskin toynaklarının altında ölümünün nedenlerini anlar. Nermi’yi “hiç görmediği babanın oğlu ve hiç görmediği oğlunun babası” yaparak bu iki romanı birbirine bağlayan sağlam düğümler atar.
Konsantre bir metindir “Karanlıkta Gökkuşağı.” Özgül ağırlığı fiziki hacmiyle mukayese kaldıramayacak kadar fazladır. Çok sayıda parantez açılabilir; Komün, deprem, sosyalizmin yıkılışı, işkence, faili meçhul olmayan cinayet, kimsesizler mezarlığı, hurafe (Kuyudan çıkıp mezarlıkta Bünyamin’e gizlenen Yusuf), parlamenter rejimin KHK’ya tenzili, İmam’ın askerleri, Cumhuriyet’in değil, İmam’ın devletinin savcısı olan Zek.
İlk parantez Nermi’nin “zebani” ile imtihanıdır. Korkuyu yenmenin, onun bilincine varmakla mümkün olabileceğini anlayan Nermi karşısında, “zebani” ismini taktığı işkencecisi pes etmiştir artık. Yine de rahat durmaz, anlatır oradan buradan. Deşer yaraları, kanırtır. Şirin amirinden aktarmalar yapar. Battal Mehetoğlu’nun katledilişini anlatır keyiflenerek; yıl 1969, Vedat, Taylan gibi ölümsüz şehididir devrim mücadelesindeki gençliğin. Deniz ağlamıştı Battal’a. Katil yaşıyor; son yılların en tartışmalı bakanının “çok sevgili” ağabeyi olarak.
Bir parantez daha açıp ilginç bir “kasaba”ya götürüyor bizi Güray Öz. Romanın özü, ana mesajı bence bu parantezin içindedir. Nermi’nin başını derde sokan, onu zamanın dışına süren ütopyasıyla yüzleşiyoruz. Polis peşindedir bu kasabanın. Akademili Yusuf bir makale yazma bahanesiyle sürekli takiptedir. Yazar bu makaleyi. Burada üretimin ortaklaşa, tüketimin ihtiyaca göre planlanması onu ziyadesiyle kışkırtmıştır. Komün’ü, Çernişevski’ nin işliklerini anımsatıyor. Beklenmedik bir anda “Allah-ü Teala” beklenmedik bir depremle yıkıp tarumar ediyor kasabayı “şu komünistlerin yüzünden.” Kasabayla birlikte umutları da. Deprem kasabanın altını üstüne getirmiştir.
Her kafadan bir ses çıkıyor her zaman olduğu gibi. Durduk yerde uzman olur çıkar en bilgisizimiz bile, bu tür durumlarda. Yorumlar muhteliftir: “Binalar kavi insanlar müdebbir olacaktı” (s.71) diyor depremden sağ çıkan kasaba sakinlerinden Nasreddin. “Beş katlı binaya bir metre temel olur mu” (s.84) diye isyan ediyor Züleyha. Ah! ‘Keşke öyle olsa’ diyesi geliyor insanın. Kerem farklı perspektiften bakıyor; “deprem yıkmadı, biz yıktık. Geçiştirdik, sağlam kuramadık. Sonra da depremde bulduk suçu” (s.73) diyor Nedret’e, kasabayı emanet ettiği geleceğe. Genç kuşağın temsilcisidir Nedret. Yeniden kuracaklardır Kerem abisinin dediğine göre. Ama ilk sarsıntıda, arkasına bakmadan, cehennemden kaçar gibi kasabadan kaçan Necmi inanmaz pek yeniden kuruluşa. İlginçtir; Komün’ün, yani kasabanın Yönetim Kurulu’nda olan Necmi gemiyi ilk, belki de tek terk edendir “Tekrar yıkılmaz mı” diye sorar Nedret’e. “Yıkılmaz!” der Nedret.
“Karanlıkta Gökkuşağı” bir dönem romanı ama belli bir tarihi kesitin romanı değil. Daha çok o tarihsel kesitte olup bitene değil de sonuçlarına bakmaya çalışıyor. Bugüne maliyetini veriyor. Travmayı boyutlandırarak okuyucuya sunuyor. Düşmenin acısını yaşamış yazar. Besbelli, onu yazıyor. Mutlu bir son beklenebilir miydi bu hikâyeden, zor! Sesi babasının sesinin tıpkısı olan küçük Hikmet hariç karakterlerinin tümünün sahneden çekilmesine rağmen hâlâ umut var. Belli ki bu ses yankılanacak gelecekte. Hikmet’le birlikte bir de; “ …yuvalarına geç kalan kuşların kanat seslerini dinlerken balkonda, aniden beliren ve sonra renkleri gökyüzüne dağılan gökkuşağının” sırrını çözmeye ( s.140) çalışan annesi Nihal kalıyor; geçmişe, bugüne, geleceğe ait sorularıyla. Bunu yaparak Güray, okuyucuyu hikâyenin içine almak istiyor. O da hüzünlü, dokunsanız ağlayacak. ‘Yoruldum dostlar, alın kalemi buradan devam edin’ demeye getirerek uzatıyor “Z” kuşağına, gökkuşağının renkleri arasında.


