Bugün kendine “sosyalist” diyenlerin göz önüne alması gereken esas “ihtimal” pek de sandıkla alakalı değil. Evet, Erdoğan iktidarı yıkılabilir tabii ki. Fakat onu bizim yıkmamız ile onun üzerimize yıkılması arasındaki farkı ortadan kaldırmıyor bu.

En esaslı ihtimal
Fotoğraf: AA

Erdoğan iktidarının sonunun yaklaştığına dair malum intizar her seçim döneminde olduğu gibi yine kıraathane sohbetlerini sarmaya başladı. Yılların AKP partizanlarının artık “ona oy vermem” dediği söylentilerinden Erdoğan’ın Amerika tarafından “ipinin çekildiğine”, parti içindeki lobilerin arasındaki rekabetin iktidarı içten “çürüteceğinden” Erdoğan’ın “hasta olduğuna” kadar varan pek çok dedikodu gündelik mesainin siftinmesine dönüşmüş durumda.

Evvela fısıltıyla edilen kelamlar şu sıra yaşanan buhranda bir de umulmadık onaylarla karşılanınca artık haykırılır oldu ve “söyleşiden söylenceye” doğru yol alan bir kehanet pek çok mecrayı sardı. Bunun sosyal medyadaki yansıması ise öforiyi daha bir pekiştirdi: Bugün artık sokak röportajlarını, Peker ifşaatlarını yahut Tarkan’ın “Geççek” klibini izleyen muhalif güruhlar arkasına yaslanmış ayaklarını uzatarak Erdoğan’ın düşüşünü “bekliyor”. Öyle ki aksi ihtimalleri düşünmek, aksi iddiaları dinlemek bile istemiyorlar. Ne diyelim? Küçük burjuvanın bindiği taksinin şoförü her dediğine “Haklısın abi” diyor ne de olsa. Hatta yolu uzatmak için Erdoğan’a bile sövüyor icabında. Sanayi sitesine lastik tamiri için bile gitmeyenler yoksullardan rasyonel bir seçmen davranışı beklemeye başlıyor bu sefer, “geçer” tabii!

Meseleye birazcık daha aklıselim bakar görünen kimileri ise ekonomik krizden fazlaca dem vurarak aynı intizara kapılmış durumdalar. “Ateşin artık mutfağa düştüğünü”, “selin kimseye acımayacağını”, yani krizin iktidarı götüreceğini söylüyorlar. Çok temelsiz de değil bu, aç it fırın yıkar elbet; fakat kimin fırınını? Türkiye’de iktidara minnet ekonomisiyle ve suç ortaklığıyla göbeğinden bağlanmış milyonlar var. Bunların kimi hâlâ kan kustukça “Kızılcık şerbeti içtim” demeye devam ediyor. Kimisi ise şu anki konjonktürde AKP’ye oy verdiğine kırk bin kere tövbe etse de seçim zamanı nasıl bir hale tavra bürüneceğini bilemiyor. Üstelik iktidarın yarattığı yozlaşma ve anomi öylesine yüksek bir doza ulaştı ki sadece AKP’li tabandan değil, diğer partilerin kristalize seçmenlerinden bile rasyonel bir davranış bekleyebilmek mümkün değil. Kültürel gerilimler tavan yapmış, çok yönlü “ötekileştirmeler” tırmandırılmış durumda. Mültecilerden LGBTİQ+’ya kadar uzanan bir nişan levhası var, yükselen ekonomik buhranın yarattığı öfkenin saptırılabileceği bir sürü hedef var. Maalesef sosyalist sol bu öfkenin örgütleyicisi olup doğru yere kanalize etmek faslında yetmişlerdeki kadar “mahir” değil ve sağcı nobranlığın işin içinden çıkamadığı anda yine pogromları, talanları, yağmaları tetikleyerek yoksulları birbirine kırdırması çok muhtemel.

Hülasa bir ton ihtimal var. 7 Haziran-1 Kasım’ı da yaşadık biz, referandumu da: Biliyoruz ki Erdoğan herhangi bir seçimden istediği randımanı alamadığında bu ülkede ardı ardına bombalar patlayabiliyor, mühürsüz pusulalar ya da otomatik tüfekler devreye girebiliyor, bir anda “beka” meseleleri gündeme getirilip alelacele savaş bile çıkarılabiliyor. Sonra görüyoruz ki kitlesel “moral panik” uçuşa geçiyor, denize düştüm sanıp yılana sarılıyor insanlar; korkudan, istemeden de olsa mevcut düzenin müntesiplerine dönüşüverip en kötü “istikrar” vaadine bile sımsıkı tutunuyorlar.

Buna rağmen burjuva muhalefetin “demokratik tecelli” beklentisi hâlâ sürüyor. “Hegelyen” diyebileceğimiz ölçüde “idealist” bir beklenti bu, yalnız “Hegel’in” yerini Batılı emperyalist blok “idealizmin” yerini de NATO’culuk almış. Sanki bir İskandinav ülkesiyiz ve tepemizde hileden hurdadan çekinmeyen bir diktatör yokmuş gibi “Geliyor gelmekte olan” diyorlar, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” geliyor. Fakat en berbat demokratik düzleme dönebilmek için bile evvela bir “yurttaş” hukukuna ihtiyaç olduğunu es geçerek AKP’nin yarattığı “ümmet” illüzyonunu görmeye devam ediyorlar. Sözüm ona “endişeli muhafazakârları” tavlamaya çalışırken laikliği paranteze alıyor, ırkçılığı Müslümanlıkla örtmekten tarikatlarla uzlaşmaya kadar varan bir garip siyaseti muhalefet sanıyorlar. Sonuçta “halkımız muhafazakâr” diyerekten tutundukları egemen söylemde Kılıçdaroğlu’nun Alevi kökenleri bile ayaklarına dolanınca, şimdiden iktidarı üleşememenin kepazeliğini de Erdoğan’a armağan etmiş duruma geliyorlar. Başkasının kazanında pişirdiği aş ile beslenenlerin hali budur işte!

Benzer bir durum HDP’nin küfesine doluşmuş bir kısım “sosyalist” sol (!) için de geçerli. (Açıkçası yöneticileri içeride olan, kapatılma davası süren, bu denli şiddet ve baskıyla uğraşan HDP’yi şu eşikte tenkit etmek niyetinde değilim. Aksine onun sırtına binip de bu uğurda antiemperyalizmi ve laikliği ardiyeye kaldıran, parlamentarizmden vekil pazarlıkları yapacak ölçüde medet uman bir toplam bahis konusu olan). Bugün kendine “sosyalist” diyenlerin göz önüne alması gereken esas “ihtimal” pek de sandıkla alakalı değil. Evet, Erdoğan iktidarı yıkılabilir de tabi ki. Fakat onu bizim yıkmamız ile onun üzerimize yıkılması arasındaki farkı ortadan kaldırmıyor bu. Nitekim sosyalistlerin siyasi basireti Erdoğan’ın ikbaliyle sınırlı olmadığından, onun iktidarında palazlanan en esaslı tehdidin, şeriatçılığın, Erdoğan iktidarı ile mütenasip kademelerini çoktan geride bıraktığının da farkında olmalılar.

Yıllardır her sokağa çıktığımızda bizi “sandığa” çağıran Erdoğan, kendi tabanını da sürekli sokağa çağırıp duruyor. Cümle muhalefete de bir şekilde bellettiği Necip Fazıl ezberlerine mukabil yarattığı “halkımız muhafazakâr” illüzyonuna dayanarak sokakta gezdirdiği linç güruhlarını, kafa kesen milislerini, sarıklı cüppeli militanlarını “standart yurdum muhafazakârı” gibi göstermeye çalışıyor. Yanı sıra aynı unsurları kullanarak müdahil yobazlığı kitle histerileriyle buluşturmanın yollarını arayıp duruyor. Pandemi önlemleri bahanesiyle yaptırdığı şeriat provasını kalıcılaştırmak için bugün yine “halkımızın hassasiyetleri” diyerekten uyguladığı kısıtlamaların çığırtkanlığını STK kisvesinde görünen bu örgütlü yapılara icra ettirerek “tabandan talepler” gibi gösteriyor. Bunların yaptığı her saçmalık halka mal ediliyor, bunların karıştığı her infial iktidar söylemiyle sıradanlaştırılıyor, bunlara icra ettirilen nefretin bile devlet organlarıyla reklamı yapılıyor, uyguladıkları şiddet iktidar eliyle meşrulaştırılıyor. Bugün günübirlik siyasi hesaplarla laikliği kenara bırakanların, bilhassa da sosyalistlerin önce bunu görmesi gerekiyor. Gelecekteki olasılıklardansa bir geleceğin olup olmayacağını tartışmak gerekiyor belki de. Çünkü Erdoğan kalsa da göçse de en esaslı “ihtimal” orta yerde, gözümüzün önünde durmaya devam ediyor. Bulduğu her fırsatta sokakları tekbir sesiyle inleten bu şeriatçı örgütlerle önünde sonunda sosyalistler olarak dövüşmek zorunda kalacağımız ihtimali söz konusu olan.

Dosyadaki yazılar, SOL Parti'nin Ankara ve İstanbul'da düzenlediği Çıkış Yolunda Olasılıklar ve Sorumluluklar etkinliklerindeki konuşmaların düzenlenmiş halidir.