‘En iyi niyet devrimci zihniyet’
Tarık Torun, 12 Eylül’ün Su Yayınevi’nden çıkan ‘Umudun Sol Hali’nde aşka, devrime ve dirence dair kalbe değen bir hikâyenin kahramanlarını anlatıyor. Anlatılan bu tarih bütün yönleriyle bizimdir. Umut yenilmeyecek.
İbrahim KARACA
Atsan atılmaz satsan satılmaz bir hayattı içine doğduğumuz; kazma salla, çocuk doğur, karın tokluğuna yaşa, tüken ve öl. Bunları yapacak yaşa gelmeden gidersen, o kadarı da yok. Vakitsiz her gidiş birkaç ömrün bitişidir aslında. Sadece gidenin değil, ana ve babanın da. Köye on metre kanal yapıp bir damla su vermezse de vergi alan, askere alan ve bunlar için arayan her şeye kadir devlet, bir de öldüğünde arar seni ama defterden düşmek için… Ecel mi yoksa adalet dağıtan bir densizin işi mi diye anlamak için.
DEVRİMİ FISILDAYAN ZAMANLAR
Allah’ın bol yoksulluğun kol gezdiği bir zaman, yumuşak beyaz buğday ekmeğinin esmer köy ekmeğine katık edildiği hayattı hayatımız. Kendi çaremizi kendimizin bulduğu, uzun veya kısa ne kadarsa o kadar, kendi imkânımızla bilince dönüşen ömrümüzdü. İspanyol paçalı, karşı cinse olan duygusal ilgiyi çaktırmamak için çaba sarf edilen günler. Hey gidi hey ama ne günlermiş o günler. Kız yoldaşlara sadece bacı dedirten, arkadaşlık yara almasın korkusuyla ödümüzü patlatan, kimimizi abuk subuk kişilerle çoluk çocuğa karıştıran yıllar. Bir yanda “Türk Milleti’nin en büyük düşmanı komünizmdir, görüldüğü yerde ezilmelidir” lafından başka rehberi olmayan fukaralar, bir yanda bu fukara hayattan bir dünya görüşü diriltmeye çalışanlar. Devrim sesinin biraz örgütlü çıktığı neresi varsa orada ‘Küçük Moskova’ diye etiketlenip üstü örtük göğüs kabartılan, herkese deli akıllı demeden devrim fısıldayan zamanlar.
‘Vatan savunması’ lafı bir soygun düzeni devam etsin diye asılan perdeydi elbet ama soyulanlara nasıl anlatacaksın bunu? Dıştan çok “iç düşman” için yapılanan bir organizasyondan bahsetsen ne olacak, “biz ezene ve emperyalizme düşmanız, asker ise onlar adına bize” desen kaç kişi anlayacak? Sıra bunu anlatmaya gelmesin diye sürekli kaynatılan bir kazan, “sağ-sol çatışması” deyip kaydırılan bir zemin var ortada ve onunla oyalanan kitleler. Hep güzel günler için saklımızda tutup büyüttüğümüz umutlar sanki gün sayıyorcasına heyecanlı, “at kendini denize, görmüyor musun her yanda hürriyet” der gibi yeni bir devrimci uygarlığa yelken açıp yol aldığımız, düşünmesi bile bizi mahrum kaldığımız her şeye doyurmaya yeten güzel gelecek… Eli kulağında bir devrimin sabahına uyanmayı umduğumuz sabahlar. Mazlumlar ahlarını öyle aheste aheste değil bir gecede alırlardı elbet ama zor kendi tarihsel rolünü oynamadan bu oliarşik ağalar durup dururken bu toprağın gırtlağını ve sınırsız iktidar gücünü bırakıp elin itin yurduna bir muhacir gibi giderler mi? Sonra birer ikişer öldürülen, hapsedilen devrimciler, yoksul halkın evlatları.
Darbe 12 Eylül’den bir ay önce Fatsa’ya gelmiş, Ardanuç’un Çınaraltı Parkı’nda bir masaya bırakılan kasetçalardan yükselen cılız konuşmayla protesto edilmiş: “Fatsa’nın hesabı sorulacak… Faşizm döktüğü kanda boğulacak!” Sonra yakılan lastikler, kenar mahallelerden yükselen silah sesleri ve tamamlanan gece korsanı. Sabahleyin çarşıda gençler arasında, “Lay loy lom devri bitmiştir arkadaş, yok duvarlara yazı yazmaktı, bildiri dağıtmaktı, yok seminer vermekti fasa fiso çocuk oyuncağı bu işler. Devir değişecek, gerilla savaşı başlayacak” gibi muhabbetlere karşı yükseltilen “o yeni yetme halinizle ellerinizdeki o çakaralmazlarla, ev danasından koşum öküzü olursa sizden de gerilla olur” itirazları; esnaf arasında ise “yok arkadaş bu işi çözerse ancak asker çözer, yoksa çok kardeşkanı akacak” şeklindeki kaygılar ve beklentiler çoğalıyordu. Gazetede yalan, radyoda yalan. Sovyet tarafından yayın yapan radyo ise kitapta söylendiği gibiydi. Fatsa haber değeri bile taşımıyor ama kolhozlardaki olmayan üretim artışı anlatılıyordu. Yalancı bir bahar ninnisi yani.
Oysa cunta neredeyse geldi gelecek, tek tük sığınaklar kazılsa da mühimmat sınırlı ve üstelik hayatında en fazla beş altı kez tetiğe basan delikanlılar ve kızlardı her biri. Kontrollü bir sona doğru sürüklenirken önce eski Başbakan Erim ve üç gün sonra da DİSK Başkanı Türkler vurulmuş, toplum sadece şiddet yönüyle değil her köşe bucağıyla kaynamaya başlamıştı. Sadece çay ve fındıkta ayağa kalkan üretici tepkisinin yanında, doktorlara özel paralı muayenehane açma yetkisi veren yasaya karşı bağırılan “doktorlar hastaneye” sloganı bile Artvin’de, Şavşat’ta, Ardanuç’ta, Rize’de yankılanmıştı. Tarık Torun’un Su Yayınevi’den çıkan ‘Umudun Sol Hali’ kitabını okurken, darbe öncesinin son yürüyüşünde attığımız bu slogan geldi aklıma. Çok değil iki ay sonra bir gece yarısı bütün evlerde radyolar, davudi sesiyle Hasan Mutlucan’dan kahramanlık türküleri dinletiyordu. Yönetenlerin yönetemeyip, yönetilenlerin ise artık böyle yönetilmek istemediği aşikârdı. Ortada bir devrimci durumla birlikte yapılar da vardı ama olmayan şey hazırlıktı ve ona vakit kalmamıştı.
Nasıl olursa olsun, bu tarih bütün yönleriyle bizimdir ve türkümüzdeki o yar hâlâ oradadır:
Gemi gelir birazdan/ Tahtaları kirazdan/ Kız ben seni alacam da/ Şimdi değil birazdan.
İmparatorluk bakiyesi bir coğrafyanın temiz ve fitnesiz yanını temsil eden, “en iyi niyet, devrimci zihniyet” diyen gençleriydik. Her koşulda haklı olan kazanmıyor elbette. Sevinsinler. Umut yenilmez!