Enflasyonun kaleleri: Arjantin ve Türkiye
Son zamanlarda piyasacı ekonomi yorumcuları büyük bir sitayişle Arjantin programından söz ediyor, mart ayında bütçe fazlası verilmesini Türkiye’ye örnek gösteriyor. O nedenle her iki ülkeyi benzerlikleriyle ve farklılıklarıyla karşılaştırmakta yarar bulunuyor.
G-20 ülkeleri arasında en yüksek enflasyon oranına sahip iki ülke bilindiği gibi Arjantin ve Türkiye. Her iki ülkede de 2023’te haşin bir kemer sıkma programı başlatıldı. 2023 Aralık’ta, elinde testeresiyle kamunun ekonomideki ağırlığını azaltmaya, pesoyu atıp ABD dolarına geçmeye söz veren fanatik piyasacı Javier Milei cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu. Bizde de 2023 Mayıs seçimleri sonrası Hazine ve Maliye Bakanlığı’na atanan Mehmet Şimşek enflasyonu düşürme vaadiyle bir ekonomik istikrar önlemleri uygulamaya koyuldu. Ancak, yaklaşan 31 Mart 2024 yerel seçimleri nedeniyle Şimşek’in programının en can acıtıcı ögeleri seçim sonrasına bırakıldı.
2001’DEKİ BENZER TARTIŞMALAR
Son zamanlarda birtakım piyasacı ekonomi yorumcuları büyük bir sitayişle Arjantin programından söz ediyor, Mart ayında bütçe fazlası verilmesini Türkiye’ye örnek gösteriyor. O nedenle her iki ülkeyi benzerlikleriyle ve farklılıklarıyla karşılaştırmakta yarar bulunuyor.
Ama isterseniz önce bir 2001’e uzanalım, o günlerde de böyle karşılaştırmalar yapıldığını hatırlayalım. O dönemlerde Arjantin’de “para kurulu” diye adlandırılan Konvertibilite Planı ile “1 peso = 1 dolar” formülüne göre yerel paranın değeri sabitlenmişti. Yabancı yatırımcılara devalüasyon tehlikesinden uzak “doldur-boşalt” olanağı tanınmıştı. Böylelikle enflasyon kontrol altına alındı, hızlı bir büyüme de sağlandı. Ama zaman içinde ABD ile Arjantin arasında birikimli enflasyon farkı artınca güven sarsıldı, yabancı para sermaye çıkışı başladı, yabancılara döviz verince piyasadan peso çekilmek zorunda kalındı, likidite kurudu ve sistem çöktü. Arka arkaya devlet başkanları değişti, yoksulluktan bunalan halk sokaklarda barikatlar kurdu, ülkede adeta “devrimci durum” ortaya çıktı. Mayıs 2023’te sol Peronist denebilecek Nestor Kirchner’in göreve gelmesiyle, arada 2015-2019 arası neoliberal Macri dönemi bir yana bırakılırsa, bugüne uzanan bir Peronist dönem yaşandı.
Türkiye’de de 2000 yılı başında IMF stand-by anlaşması çerçevesinde nominal döviz kuruna yüzde 20’lik bir çıpayla, TL arzı döviz giriş çıkışlarına bağlandı. Programın uygulanmaya başlamasıyla hızlanan sermaye akışları faizleri çabucak düşürdü. Önceleri enflasyon da geriledi. Gelgelelim zamanla bu düşük faiz iç talebi kamçıladı, tüketici kredilerini ve ithalat talebini patlattı. Hem enflasyon canlandı hem de cari açık korkutucu şekilde sıçrama gösterdi. Arjantin’e benzer nedenlerle sıcak paranın kaçış eğilimine girmesiyle programın temel kurgusu çöktü, Kasım 2001 krizi kapıyı çaldı. Kemal Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” yine IMF desteği altında uygulanmaya sokuldu, acı reçetenin yarattığı toplumsal tepki 3 Kasım 2002’de AKP’yi iktidara taşıdı.
İşte o günlerde de Türkiye-Arjantin karşılaştırması yapılıyor, ülkeyi yönetenler aynı şimdilerdeki gibi, “Biz Arjantin olmayız!” diyerek bu duruma tepki gösteriyordu. Piyasacı yorumcular da, şimdi Şimşek programına sahip çıktıkları gibi, Arjantin örneğine benzer “döviz çıpasının” Türkiye ekonomisini düzlüğe çıkaracağını, doğru politikalar uygulandığını savunuyordu.
BENZERLİKLER
Öncelikle, Arjantin’de yüzde 200’ü aşmış, uzun süredir üç haneli rakamlarda demir atmış olmakla birlikte, her iki ülkenin de kronik enflasyon sorunu bulunuyor. Yine benzer biçimde, merkez bankası net rezervleri eksilerde geziniyor. Diğer bir ortak yön de, yerel paraya güvensizlik nedeniyle dolarizasyonun alıp başını gitmesi. Şu anda ekonominin dümenindeki iki figür, gerek Milei gerekse Şimşek krizin bedelini emekçi kitlelere ödetmeye kararlı görünüyor. Her iki programda da birinci öncelik cazip getiriler önererek uluslararası sermayeyi çekmek olarak belirlenmiş. Bu anlamda IMF-Dünya Bankası-OECD gibi uluslararası finansal kuruluşların, kredi derecelendirme şirketlerinin övgülerini mazhar olmayı başarıyorlar. Kredi risk primlerinde düşüşler gözleniyor. Milei olumsuzluklardan “sosyalist” Peroncuları, devletçi zihniyeti sorumlu tutarken; Şimşek kendi partisinin elemanı AKP’li Nebati’nin “irrasyonel” politikalarını günah keçisi yapıyor.
FARKLILIKLAR
Gelelim farklılıklara, Arjantin 2018’den beri IMF programı uyguluyor. 44 milyar doları ödenmiş 57 milyar dolarlık anlaşma IMF’nin şu ana kadarki en büyük kredi desteğini oluşturuyor. Türkiye ise IMF’den sözle destek almasına karşın, siyasi çekincelerle resmi bir ilişkiye girmekten kaçınıyor.
Arjantin burjuvazisinin yurt dışına kaçırılmış büyük bir sermaye stoku bulunuyor. Milei sermaye dostu bir iklim yaratarak, bu sermayeyi geri getirmeyi programının eksenine koyuyor. Mehmet Şimşek ise, bel bağladığı Körfez sermayesinden beklediği ilgiyi bulamayınca, sıcak para tabir edilen borsa ve tahvillere yönelecek kısa süreli para girişlerini cezbetmeye dayalı bir taktik izliyor.
Arjantin’in 9 kez dış borç krizine sürüklenip, borçlarını yeniden yapılandırma gibi “kötü” bir sicili bulunuyor. Türkiye ise, 1980 sonrası her ne pahasına olursa olsun dış borçlarını sadakatle ödediği için, dış kaynak bulmakta fazla zorluk çekmiyor. Yüzde 56 oyla seçilerek gelen Milei’nin önünde beş yıllık bir süre var. Buna karşın partisinin parlamentoda çoğunluğu bulunmadığı için istediği yasaları geçirmekte zorlanıyor, çoğu kez başkanlık yetkilerini kullanmak zorunda kalıyor. Biz de ise Şimşek’in cumhurbaşkanı tarafından atanmış bir bakan kimliği ile her adımında Saray’dan onay olması gerekiyor, geleceği RTE’nin iki dudağı arasında bulunuyor.
Arjantin’de daha güçlü bir toplumsal muhalefet cephesinden söz edebiliriz. Milei’nin can acıtıcı her adımında mahalle komiteleri, sosyal hareketler, sendikalar “tencere, tava çalarak” tepki veriyor. Türkiye’de ise ekonomik sıkıntılara karşı yurttaşlar tepkilerini dolaylı yoldan 31 Mart’ta sandığa yansıtsalar da, emek örgütleri ve sosyal hareketler daha dağınık durumda.
Arjantin 20. yüzyıl başlarında gelişmiş bir ülke iken, gerek Latin Amerika ülkeleri gerekse tüm gelişmekte olan ülkeler arasında gerileyen bir konuma sahip. Türkiye ise cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kalkınma çabalarında bir türlü istediği düzeye ulaşamamış sallantılı bir rota çiziyor.
Bu Güney Amerika ülkesi önemli bir tarım üreticisi, zengin petrol ve doğalgaz kaynakları bulunuyor, teknolojide kritik bir maden olan lityum kaynaklarına sahip, gelişkin bir yazılım ve enformatik sektörü var. Buna karşın Türkiye’nin turizm, taşımacılık ve müteahhitlik hizmetleri kaynaklı döviz kazanma kapasitesi yüksek, AB ülkelerine yakınlığı ihracatta avantaj sağlıyor.
Milei’nin ulusal havayolu, demiryolu, posta idaresi ve su dağıtımını satmaya endeksli bir özelleştirme programı bulunuyor. Türkiye ise AKP’nin ilk döneminde tüm stratejik kuruluşlarını elden çıkardığı için, tasarruf paketindeki değerli lojman, sosyal tesis arsalarını satmak gibi kırıntı niteliğindeki özelleştirmelerden medet umuyor.
MILEI PROGRAMININ AYRINTILARI
Bu genel karşılaştırmadan sonra, şimdi de isterseniz Milei’nin ekonomi politikası uygulamalarının ayrıntılarına bir göz atalım.
Programın amaçları;
• Ekonominin keskin bir deregülasyonu, kamu kontrollerinin ortadan kaldırılması, temel ihtiyaç maddeleri dahil tüm fiyatların serbest bırakılması,
• Mali disiplinin sağlanması, devletin emeklilik sistemi, eğitim, sağlık ve bilimsel araştırmalara desteğinin azaltılması ve kamudaki personel sayısının kısılması,
• Ekonominin dolarize edilmesi, pesonun ortadan kaldırılması ve Merkez Bankası’nın özelleştirilmesi,
• Tüm ihracat kısıtlarının kaldırılması,
• Neoliberal devlet yapısına özgü tüm özelleştirme ve mali disiplin önlemlerinin hayata geçirilmesi.
Milei göreve başlar başlamaz, ilk hamlede peso yüzde 50 devalüe edildi. Bütçe açığını GSYH’nin yüzde 5’i kadar aşağı çekme hedefi açıklandı. Bu kapsamda reel anlamda kamu çalışanları ücretleri yüzde 22, emekli maaşları yüzde 36, sosyal transferler yüzde 11, üniversitelere destekler yüzde 25 düşürüldü. Yatırımlar yüzde 87, ekonomik sübvansiyonlar yüzde 46, bölgelere yardımlar yüzde 76 aşağı çekildi. Elektrik, su faturaları zamlandı. Böylelikle liberallerce o çok alkışlanan bütçe fazlasına ulaşıldı. Devalüasyonun ardından, faiz orunları enflasyonun çok altında bir düzeye, yüzde 50’ye indirildi. Böylelikle Hazine ve Merkez Bankası’nın borçlarının maliyeti düşürülmesi hedeflendi. İşsizlik, başta inşaat sektörü olmak üzere patladı.
HER İKİ EKONOMİ DE DURGUNLUK YOLUNDA
Dikkat edilirse Milei’nin uygulamaları Şimşek’in amaçlarıyla, özellikle temmuz ayında asgari ücretin artırılmaması, emekli maaşlarının iyileştirilmemesi gibi hedefler başarılırsa, benzerlik gösteriyor. Milei’nin fanatik piyasacı ideolojisi yanında; kadın düşmanı, otoriterliğe ve güvenlikçi politikalara eğilimli, dinci kesimlere prim veren, Cunta dönemini savunan, özellikle Küba ve Venezuela düşmanlığı üzerinden koyu anti-komünist bir zihniyeti de var.
Mehmet Şimşek ise ekonomik konular ile yetinip, diğer gerici politikaların savunulmasını Cumhur İttifakı’nın öteki bileşenlerine bırakıyor. Son tahlilde her iki ülkede de, özgürlük-demokrasi, insan haklarına saygı olmazsa sermaye de gelmez yolundaki naif liberal tez, finans kapitalin hem Arjantin hem de Türkiye “hikayesine” teveccüh göstermesiyle yalanlanıyor.
Her iki program da enflasyonu düşürmek, mali istikrarı sağlamak amaçlarına daha fazla sömürü, daha ağır bir yoksulluk, daha bozuk bir gelir ve servet dağılımına yol açarak pekala ulaşabilir. Ancak bu politikalar aynı zamanda ekonomide derin bir durgunluk, yüksek bir işsizlik, küçük işletmelerde yaygın bir enflasyon da getirir.
Bu sonuçları bir kader gibi kabullenmemek de toplumsal muhalefetin örgütlü kesimlerine, bu politikalardan yaşamı ve çıkarı zarar gören tüm yurttaşlara düşüyor. IMF-DB gözetiminde sermaye programlarını uygulayanlar nasıl birbirlerinin icraatlarından öğreniyorsa, bu politikalara karşı direnenler de, yani Arjantin ve Türkiye halklarının da birbirlerinden öğrenecekleri çok deneyim var.