Erdoğan’ın en istemediği son

Seçim tarihinin 14 Mayıs olduğu dün Resmi Gazete’de yayımlanan kararla kesinleşti. Türkiye 64 gün sonra cumhurbaşkanı ve milletvekilliği seçimleri için sandık başında olacak.

Tam 1 hafta önce Meral Akşener’in Millet İttifakı’na yönelik sert söylemleri ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına açıktan cephe alması nedeniyle muhalefetin seçimlere iki adayla gitmesinin kesin olduğu yönünde değerlendirmeler yapıyorduk. Ne var ki Akşener bir hışımla kalktığı masaya Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş için üretilen “icracı cumhurbaşkanı yardımcılığı” formülüyle geri döndü.

Özdemir Asaf’ın veciz ifadesiyle Altılı Masa’da “ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi” ve Kılıçdaroğlu’nun ismi Millet İttifakı’nın 13. Cumhurbaşkanı Adayı olarak açıklandı. Bir bakıma muhalefet, Cumhuriyet’in 2. yüzyılına girilirken “Yeniden Kemal” demiş oldu. Şimdi uzun süredir “Kılıçdaroğlu kazanamaz” algısının oluşmasına sebep olan Akşener ve İYİ Parti’nin en önemli görevi, seslendiği seçmenlerin tamamına Kılıçdaroğlu’nun seçilebilecek bir aday olduğunu anlatmaktır.

***

Kılıçdaroğlu’nun adaylığı Erdoğan’ı ve AKP yönetimini karışık duygulara gark etmiş olabilir. Aslında Kılıçdaroğlu, başından beri Erdoğan’ın istediği bir rakipti. Çünkü elindeki hazır kavram setinin, 40 yıllık söylem ezberinin ve Kılıçdaroğlu’nun kökenine ilişkin çağdışı önyargıların, kendisine “doğal” bir seçim zaferi getireceğine inanıyordu. Zaten ülkede yüzde 60’a yüzde 40 sağın egemenliği vardı ve muhafazakar-milliyetçi damarı güçlü olmayan bir ismin sağın tartışmasız lideri Erdoğan’ı alt etmesi pek olası değildi.

Ancak Türkiye’de siyaset, son dönemde farklı bir gerçekliği ortaya çıkardı. Bunun ilk izlerini 2019’daki yerel seçimlerde görmüştük. CHP adayları 1994’ten bu yana siyasal İslam geleneği tarafından yönetilen İstanbul ve Ankara’da başkan seçildi. Şimdi farklı bir aşamasını gözlemlediğimiz bu yeni gerçeklik, Kılıçdaroğlu’nu, Erdoğan’ın onu sıkıştırmaya çalıştığı alanın ötesinde üst bir profile taşıdı.

Bugün Türkiye’de, rejimin “milli mutabakat” kavramı üzerinden kurmaya çalıştığı siyasi denklemi bozan ve seçimin favorisi olarak tanımlanan bir ittifak oluştuysa, eğrisiyle doğrusuyla bunun baş mimarının Kılıçdaroğlu olduğunu hatırlamak gerek. İşte bu yüzden Kılıçdaroğlu, artık kendinden menkul bir CHP lideri değil, sağ siyasi aktörleri kendi adaylığı etrafında birleştiren bir muhalefet lideri oldu. Düzenin sahiplerini rahatsız eden söylemleri, depremin ardından sergilediği performans, toplumsal talepleri içerecek şekilde felaketi siyaset üstü bir mesele olarak görmeyeceğini vurgulaması, konumunu oldukça sağlamlaştırdı. Bununla birlikte Akşener’in kendisine karşı kurguladığı planı da sakince aştı ve süreçten eskisine oranla daha güçlü çıktı.

***

Siyasetin güncel dinamikleri, Erdoğan’ı en istemediği sona doğru sürüklüyor: Bay Kemal’e yenilmek. 2023 Türkiye’sinde potansiyel oy tabanı yüzde 60’a ulaşan Erdoğan değil, Bay Kemal. Mansur Yavaş’a, Meral Akşener’e ya da başka bir isme kaybetmek Erdoğan’ın siyasi kariyeri için yıkıcı bir son olmayabilirdi. Sağın ideologları da bunu “mahalle içinde gücün yer değiştirmesi” olarak yorumlayabilirdi. Ancak yıllardır iktidar aklı tarafından küçümsenen, halkın değerlerine yabancı olmakla eleştirilen Kılıçdaroğlu’na yönelik teveccüh, sadece Erdoğan’ın değil sağın yıllardır anlattığı “toplumsal denklem” masalının da yenilmesi anlamına geliyor. Bu öyle bir ezberdi ki muhalefet sathındaki İYİ Parti’nin “kazanamayacak aday” söylemine bile dayanak oluşturuyordu.

Bazıları Kılıçdaroğlu’nun yükselişini “sağcılaşma” ile açıklasa da konu bundan ibaret değil. Evet, Kılıçdaroğlu sağa taviz anlamına gelecek birçok hatalı hamlede bulundu ancak unutulmamalı ki toplum onu hâlâ bir “sağcı” olarak görmüyor. Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması elbette solun iktidar olması anlamına gelmeyecek. Neticede Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu gibi sol fikirlerle ilgisi olmayan siyasilerin dahil olacağı bir iktidar sürecinden söz ediyoruz. Ama Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na kaybetmesi, tarihsel açıdan sağ cenahtaki hâkim siyaset anlayışının mağlubiyetini temsil edecek. Aynı zamanda yerel seçimlerden sonra sağ fikir dünyasında beliren “çoğunluk bizden yana değil” travmasını da pekiştirecek.

Ülke siyasetindeki değişimler topluma dair ön yargıların, ezberlerin, alışılmış ve genel kabul görmüş değerlendirmelerin ne kadar temelsiz olduğunu gösteriyor. Hegemonik argümanlar, gerçeğin duvarına çarpıp tuzla buz oluyor. Bu toplumun ezici çoğunluğu sol-sosyalist olarak gördüğü adaylara ve partilere de oy verebilir. Mesele günün şartlarını doğru okuyarak cesur adımlar atabilmekte…