Erdoğan, Nakşilere toz kondurmuyor
Fotoğraf: AA

Uzun süren sessizliğinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsmailağa’daki cinsel köleleştirme olayına ilişkin konuştu. Yanlış anlaşılmasın, bu konuda konuşmak için kameraların karşısına geçmedi. Kabine toplantısı sonrası açıklama yapacaktı, bu konuya da değinmek “zorunda kaldı”.

“Zorunda kaldı” demek daha doğru çünkü tarikat ve cemaatleri kırmamak adına ustalıkla hazırlanmış bir konuşmayı okudu Erdoğan. Konuşmasının her satırı İsmailağa’yı incitmemek adına özenle hazırlanmıştı. Konuşmanın deşifresini yapalım.

ERDOĞAN: “Her şeyden önce günümüz şartlarında 13 yaşında nişan, 14 yaşında evlilik gibi bir durumu kabul edebilmemiz asla mümkün değildir.”

Erdoğan’ın bu açıklaması İsmailağa cemaatinin bu konudaki fetvasıyla çelişmiyor. Cemaat, “her yaşta nikahlanılabilir, büluğa erdikten sonra cinsel ilişki yaşanabilir” diyor ama ekliyor. Kanunlara da uymak gerekir. Dolayısıyla cemaatin kendisi de 14 yaşında evliliği doğru bulmuyor. Fakat bu şeriata aykırı olduğundan değil, eleştirilen laik düzen dayattığı için doğru bulunmuyor. Nitekim, Erdoğan da cümlesinin içine “günümüz şartlarında” ifadesini bu yüzden ekliyor. Yani, dinen caiz diyenler böylece kırılmamış oluyor. Günümüz şartları “maalesef” böyle…

Erdoğan bu cümlenin ardından olayı kınıyor. Hele hele daha küçük yaşlardaki istismarın tam bir facia olduğunu, bu olayın duyulmasıyla birlikte kurumların harekete geçtiğini belirtiyor. Bu girizgahın ardından, savunmaya geçiyor. Hassasiyetimizi kimseye sorgulatmayız diyor ve Bay Kemal’e çatmaya başlıyor. Ardından ekliyor;

ERDOĞAN: Her şeyden önce böyle bir hadiseyi, milletimizin inancıyla ve o inancın temsilcisi kurumlarla irtibatlandırmak en hafif ifadesiyle ahlaki olmayan bir çarpıtmadır. Diyanet İşleri Başkanlığımızın en üst düzeyde görüşünü dile getirdiği, yanlışlığını belirttiği, kınamasını yaptığı bu meseleyi hala dinimizle ilişkili hale getirmek ancak art niyet ürünü olabilir.

Olayı kınamayan yok, Erdoğan da kınayarak başlıyor ve ardından sorumluluk sahasını daraltıyor. “Milletimizin inancıyla ve o inancın temsilcisi kurumlarla” ilişki kurmayın diyor. Bu olayda, milletimizin inancının temsilcisi denerek kastedilen kim? Açıkça İsmailağa değil mi? Bu olayı İsmailağa ile neden irtibatlandıramıyoruz? Kendileri değil mi “beşikte nikahlanabilirsin, cima için büluğu bekleyebilirsin ama mümkünse kanuna uymalısın” diyen? Bir grup adam, İslam adına ahkam kesiyor diye, halkın dini temsilcisi nasıl olabiliyorlar? Bu ünvanı onlara kim verdi? Bu adamları eleştirmek neden İslam’ı eleştirmek oluyor? Onlarca tefsir yorumu dururken, neden bu adamların yorumları Müslümanlara dayatılıyor? Neden kendisine Müslüman diyen insanlara dini temsilci olarak İsmailağa atanıyor? Bu ne cüret? Erdoğan devam ediyor…

ERDOĞAN: Benzer başka olaylarda suçun şahsiliği ilkesini önümüze çıkartanların bu hususta yaptıkları genellemeler bizi mecburen niyetleri sorgulamaya itmektedir.

Erdoğan, bu noktada, İsmailağa adına konuşan cemaatin avukatı Esat Gökdemir ile aynı çizgide buluşuyor. Esat Gökdemir de “Bir kişinin yanlışı ile bir cemiyetin tamamını suçlamak doğru değildir, bu tür ahlaksızlıkların görmezden gelinmesi asla kabul edilemez” diyordu, Erdoğan da suçun şahsiliğinden bahsediyor. Sancaktepe’de bir cemaat apartmanında 6 yaşında bir çocuk cinsel köle haline getirilecek, buna cevaz veren fetvalar havalarda uçuşacak ama bu pislik, bu fetva sahiplerine sıçramayacak! Neden? Çünkü milletimizin dinini temsil ediyorlar. Aksini düşünen dine düşmandır… Ne münasebet?

Bu savunmanın ardından, hücum pozisyonuna geçiyor ve siz önce PKK’nın istismar ettiği çocukları kınayın, Diyarbakır annelerine sahip çıkın diyor. Her ikisi birden yapılamazmış gibi…

Devlet İslamı ve Türk-İslam Davası

Bu noktada halkımızın zihnini manipüle eden bir diğer detay ise cemaat ve tarikatların cumhuriyet tarihi boyunca baskı gördüğü, bu baskının bir daha hortlamaması için Erdoğan’ın bu çevreleri savunduğuna yönelik uydurmadır. Bu uydurma sayesinde, cemaat ve tarikatları eleştirenler, 28 Şubatçı, darbeci olurlar. Bu eleştirilerin sahipleri, elitist, ceberrut, Kemalist düzeni hasretle geri getirmek isteyen bir takım uyanıklardır. Müslüman bu numarayı yemez. Anlatılan hikaye budur.

Halbuki, durum tam tersi… İsmailağa, 1950’lerden itibaren ne zaman baskı görmüş? Ne zaman, tek bir kapısına kilit vurulmuş? Fatih’in Çarşamba semtini bir İslami gettoya dönüştürebilen bu cemaate bu zamana kadar kim tek bir laf etmiş?

Bugün İsmailağa olarak andığımız cemaat, aslında 1872’den beri, Fatih’in Çarşamba semtinde yerleşik olan bir Nakşi-Halidi tekkesi. Bu ekol, yani Nakşibendi Tarikatı Halidiye Kolu’nun bu topraklara nüfuz etmesi 19’uncu yüzyıla rastlar. Kökleri, Orta Asya ve Orta Doğu’ya uzanır. Dolayısıyla, 1000 yıllık tarihi vardır da 100-150 yıldır Anadolu’dadır. 19’uncu yüzyılda İstanbul’a bizzat devlet eliyle getirilir. Nitekim, İsmailağa tekkesi Rum Patrikhanesi’nin yanı başına kuruluyor. Osmanlı, Nakşi-Halidi tekkelerini bir işbirliği halinde gayrimüslim toplulukların yanı başına yerleştiriyor. Vakıf arazileri bu geleneğin tekkelerine veriliyor. Bir tarım imparatorluğu olan Osmanlı da Nakşi-Halidi tekkeleri büyük toprak sahibi sınıfa dahil ediliyor. Cumhuriyetten sonra bu arazilerin ellerinden alınmasına yer yer silahlı direnişlerle karşılık veriyorlar. Bugün adını duyduğumuz Nurcular dışındaki hemen her islami ekol, Nakşi-Halidi kökenlidir. İsmailağa, İskenderpaşa, Erenköy, Menzil vs. vs…

Fakat, 1950’lerden itibaren, İsmailağa gibi Nakşi-Halidi ekoller, bu sefer de “Türk-İslam Davası”nın mücahitleri oluyorlar. Ezilmek ne kelime? Bizzat müesses nizamın kontrolünde büyümeleri sağlanıyor. Bir ağaç gibi, kurudukça sulanıyor, uzadıkça budanıyorlar! Sulandıklarını söylemiyor, budandıklarında mağdura oynuyorlar. Cemaatin bir numaralı lideri Mahmut Ustaosmanoğlu, 1954’te İsmailağa’da imamlığa başlıyor. Ve 1998’e kadar yarım yüzyılı aşkın süre bu görevde kalıyor. Bu görevdeyken 27 Mayıs’ı da görüyor, 12 Mart’ı da, 12 Eylül’ü de… Hiçbir darbe, Mahmut Efendi Hazretlerini koltuğundan etmiyor. 19’uncu yüzyılda gayrimüslim azınlığın karşısında konumlanan bu ekol, Soğuk Savaş döneminde yükselen sola karşı “milletin birliğini sağlamakla” görevli hale geliyor. Aksi mümkün olsaydı, bir semti bir gettoya dönüştürmeleri mümkün müydü?

Anadolu tasavvuf geleneği oldukça çeşitli ve çok katmanlı. Ancak bu tasavvuf geleneği 19’uncu yüzyılda itibaren tek tipleşiyor. 19’uncu yüzyılla birlikte tırpanlanıyor ve geriye tasavvuf diye Nakşi-Halidi ekoller kalıyor. Belirtmek gerekir, Cumhuriyetin kontrol altına aldığı İslam anlayışıyla da uyumlu çalışıyorlar. Osmanlı’dan Cumhuriyete, tek tip bir İslami düşüncenin bel kemiğini oluşturuyorlar. Halbuki sadece 100-150 yıldır bu topraklardalar… Ahmet Arif, “Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır, Anadoluyum ben, tanıyor musun?” diyor ama Anadolu’daki kökleri 150 yılı geçmeyen bu ekol, halkımızın dini temsilcisi oluyor. Bizzat devlet eliyle…