Google Play Store
App Store

Hakkari Belediye Eş Başkanı Mehmet Sıddık Akış gözaltına alındı ve belediyeye kayyum atandı. Bu gelişme, 31 Mart seçimlerinin üzerinden sadece iki ay geçtikten sonra yaşandı. Bir kez daha AKP iktidarı, Kürt halkının yerel yöneticilerini seçme özgürlüğüne saygı göstermeyeceğini ve bunun için her türlü hukuksuz girişimin altına imza atacağını gösterdi.

Kayyum atama hamlesi, AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın partisinin Kızılcahamam kampının kapanış konuşmasında kullandığı “güvenliğimizden taviz vermeyiz” cümlesinden bağımsız düşünülmemesi gereken bir olaydır. Cumhur İttifakı, Kobane davasında verilen karardan sonra Hakkari’ye kayyum atanmasıyla, başta Kürt sorunu olmak üzere ülkenin demokratik alana dair atılması planlanan adımların da sınırlarını çizmiş oldu.

REJİM DURDUKÇA…

Bu gelişmeyle birlikte Bahçeli’nin partisinin grup toplantısında “Usulde değişiklik olmaz” dediği noktaya geldik. Aslında hiç oradan ayrılmış değildik. 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra oluşan ittifak ve 16 Nisan 2017 referandumu ile temelleri atılan rejim, tüm yaşananların tek ve gerçek nedenidir.

Yandaş medyanın yazarları bugünlerde “Mesaj alındı, değişim yolda” başlıklarını atmayı çok seviyor. Kavala her gün serbest kalırken Heybeliada Ruhban Okulu açılıyor, AYM kararları tanınıyor. Erdoğan bir kez daha demokrat lider oluyor. Tam da bunların yazıldığı saatlerde belediyelerin kapısına polis dayanıyor, Meclis’te etki ajanlığı yasallaştırılmaya çalışılıyor, MEB en gerici müfredat için süreci tamamlıyor. Yetmiyor, 1 Mayıs’ta gözaltına alınıp tutuklananlara toplamda 4 yüzyıla yakın ceza isteniyor. Ama Erdoğan mesajı aldı ve değişecek, hatta MHP’yi de ikna edecek, öyle mi? Tüm toplumun, sanki tüm bu yaşananların tek ve mutlak sorumlusu rejim ve o rejimi inşa edenler değilmiş gibi davranması bekleniyor. Hakkari Belediye Eş Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın gözaltına alınıp belediyeye kayyum atanması da göstermiştir ki, rejim durdukça ülkede demokrasinin kırıntısından bile bahsetmek mümkün değil.

NORMALLEŞME Mİ, NEREDE?

Erdoğan 31 Mart seçimlerinde bir kez daha kendisine destek vermeyi reddeden Kürtleri ve onların partisini kendi icadı olan normalleşme parantezinin dışına itti. Yöneticilerine yüzlerce yıl ceza verdi, belediyesine kayyum atadı. Çok açık biçimde en tepeden Kürtlere “size siyaseten yaşam hakkı yok” denildi. İşçinin yoksulun, emeklinin hakkını savunanlara 1 Mayıs gözaltılarıyla gözdağı verdi. İşçilerin grevlerine polisle, jandarmayla müdahale edildi. MEB cumhuriyet tarihinin en gerici müfredatını kapalı kapılar arkasında hazırlayıp hayata geçirdi. Ne öğretmenin ne öğrencinin ne de velinin sesini dinledi. Cemaat ve tarikatlardan gelen talimat MEB üzerinde çok daha etkili oldu. Mehmet Şimşek çok açık biçimde ülkedeki milyonlarca emekliyi işçiyi açlığa mahkûm etti. Bütçede tasarruf adı altında yoksulun boğazından geçen son lokmaya da göz dikildi. Ama aynı saatlerde zengin Türklerin son bir yıl içinde yurt dışında 2 milyar dolarlık gayrimenkul satın aldıkları haberleri gazete sayfalarına düştü. Ekonomi büyümeye devam etti. Para sadece milyonlarca dar gelirli ve çalışan için yoktu. Ülkede her şey anormal bir şekilde ilerlerken, yolunda giden tek bir şey yokken sadece siyasetin tepesinde yaşanan “normalleşme” mümkün mü? Bahçeli ve Erdoğan’ın geçen hafta yaptıkları tüm konuşmaların özeti kendilerinin alanını daraltmayacak “makul bir muhalefet” istedikleridir. Böyle bir tercih mümkün tabii. Ama Erdoğan ve Bahçeli’nin çağrısına uyup “makul muhalefet” yolundan gidenleri milletin emekli ettiğini ve şimdilerde Sapanca’da torun baktığını da unutmamak gerekiyor.