Etaf Rum’un ‘bizim buralarda’ da çokça yaşanan bir kadın öyküsünü anlattığı ‘Kadının Sesi Yok’ adlı bu derinlikli romanı, tüm kadınlara ışığın, özgürlüğün çok da imkânsız olmadığını, kadınların birbirlerinden güç almaya başladıkları yerde güçlerinin de uyanacağını derinlikli bir biçimde gözler önüne seriyor.

Etaf Rum'dan dünyanın ezilen kadınlarına ses olan bir roman

ÖZLEM KARAHAN

Sessiz bir yatak odasında, bir kadın, gelininin yüzündeki morlukların üzerine kat kat fondöten sürüyor. Oğlunun dövdüğü genç kadına; “Bu hayatta kimsenin görmemesi gereken şeyler var” diyor. “Ben senin yaşındayken kimsenin utancımı görmesine izin vermezdim.”

Bir başka zamanda, aynı evin kasvetli mutfağında, henüz 16 yaşında bir kız çocuğu, sürekli; “Kadının yeri kocasının evidir” diyen annesinin kendisine görücü aramaya başladığını duyurmasıyla nefesini tutuyor…

Sonra daha başka bir zamanda o evin koridorunda, liseye giden bir kız çocuğu, evlenmek değil üniversiteye gitmek istediğini söylediği için annesinden dayak yiyor…

3 farklı nesilden kadının dramatik öyküsü

Filistinli göçmen bir ailenin kızı olan ABD’li yazar Etaf Rum, büyük ses getiren ilk romanı ‘Kadının Sesi Yok’ta, Filistin’den ABD’ye göç etmiş bir aile üzerinden muhafazakâr Arap dünyasında kadının yerini ve mahkûm edildiği sessizliği üç farklı nesilden kadının öyküsüyle anlatıyor.

Romanın açılışında anlatıcı, bu cesur romana okuru şu sözlerle hazırlıyor: “Benim geldiğim yerde sessizlik cinsiyetimden kaynaklı bir durum; tıpkı bir kadının göğsündeki memeler kadar normal, karnında büyüyen sonraki nesil kadar gerekli. Ama elbette size bunu asla söylemeyeceğiz. Benim geldiğim yerde durumumuzu saklamayı öğrendik. Sessiz kalmayı, sessizliğimizin bizi kurtaracağını öğrendik. Ancak şimdi, yıllar yıllar sonra bunun doğru olmadığını biliyorum. Ancak şimdi, bu hikâyeyi yazarken sesimin çıkmaya başladığını hissediyorum.”

Erkek sisteminin köleleştirdiği kadınlar…

Batı Şeria’nın bir şehri olan Birzeit’te, 1990 yılında başlıyor roman. Kahramanımız Isra henüz 17 yaşında. Annesi ve babasından gizlice okuduğu aşk romanlarından öğrendiği aşkın ve özgürlüğün hayallerini kuruyor. Romanlar Isra’ya bunların mümkün olduğunu anlatadursun, annesinin her seferinde söylediği tek şey var: Bir kadın için evinden başka bir şey yoktur. Evlilik ve annelik bir kadının tek değerleridir.

Isra başka bir gelecek hayali kurarken ABD’de yaşayan Adem’e veriyorlar onu. Ailesinden, tanıdığı tek dünyadan ayrılacak olmasının tek tesellisi var: Belki kocası onu aşk romanlarındaki gibi sevecek ve belki Amerika’da, hayalini kurduğu ‘başka türlü bir hayat’ gerçekten de mümkündür.

Oysa hiçbir belkinin gerçekleşmeyeceği bir hayat onu bekliyor. Amerika’da da aynı baskılarla dolu, sadece ev işlerini yapmak ve çocuk doğurmak, bir erkek çocuk doğurana kadar durmadan soluklanmadan doğurmak zorunda. Kısa sürede hamile kalıyor ve ilk çocuğunun kız olmasıyla asıl kâbus günler onun için başlıyor. Sonraki 3 bebeği de kız oluyor. Dört çocuklu bir genç anne olarak artık Isra’nın hayatında sürekli yediği azarlar, dayaklar, aşağılayan bakışlar ve umutsuz bir yalnızlıktan başka bir şey kalmıyor. O artık ne kendi hayatı ne de kızlarını bekleyen umutsuz gelecek, sadece kadın oldukları için yaşamak zorunda olacakları hayatı değiştirmek için hiçbir şey yapamayacağına inanan bir kadın. Tıpkı ülkesi Filistin’de ve dünyanın dört yanında kendisiyle aynı kaderi yaşayan tüm kadınlar gibi…

On sekiz yıl sonra, Isra’nın en büyük kızı Deya, üniversiteye gitmek için can atsa da, bir kadının üniversite okumasının ‘aile şerefini lekeleyeceği’ni söyleyen babaannesi Feride’nin kendisine bulduğu taliplerin ve kendisini bekleyen kaderin değiştirilemezliğine boyun eğmiş halde, umutsuzca yaşıyor. Ve bir gün bir kadının kendisine bıraktığı isimsiz bir not Deya’yı Manhattan’daki bir kitapçıya yönlendirdiğinde, ailesi hakkında bildiği tüm hikâye baştan yazılıyor, öğrendiği karanlık gerçekler kendisine bir umut ışığı oluyor.

Isra’nın kayınvalidesi, Deya’nın ise babaannesi olan Feride ise hayatını kocasına, oğullarına, ailenin şerefine ve namusuna, kadınlık görevlerini (kendisi ya da gelinleri dayak yediğinde başta olmak üzere) sessizce, itaatkâr bir köle gibi yerine getirmeyi görev bilerek, normların uygulayıcısı, sırların bekçisi olan amansız bir karakter olarak romanda yerini alıyor. O dünyanın birçok yerinde karşılaştığımız biçimde, cinsiyetinin utancını iliklerine kazıyan bir sistemi sürdürmek için durmadan, dinlenmeden savaşıyor.

Yazarın kendisinin deneyimlediği hikâyelere dayanıyor

Kendisi de Filistinli göçmen bir ailenin kızı olan Etaf Rum, çoğunu kendisinin de deneyimlediği, oldukça sert ve maalesef dünyanın her yerinde hâlâ birçok kadının yaşamakta olduğu bir hikâyeyi anlattığı bu ilk romanında oldukça iyi bir iş çıkarıyor. ABD’de yayımlandığı 2019 yılında büyük ses getiren bu romanda Rum’un üstesinden geldiği zorluklardan biri, kadınlara sadece kadın oldukları için yapılan acımasız muamele hakkında açıkça konuşmak. Fiziksel ve psikolojik şiddet, inanç adı altında şiddet, tüm sosyal hayattan koparılan kadının eve, kocasına ya da babasına olan sorgulanamaz mahkûmiyeti…

İşgal ve göçün doğurduğu şiddet de irdeleniyor

Rum; Isra, Deya ve Feride’nin anlatıcılığıyla aktardığı bu romanda sadece kadına yönelik şiddeti anlatmakla kalmıyor. Kitap aynı zamanda İsrail’in Filistin topraklarını işgalinin mirası olan şiddeti, halkın silahlı askerler ve kontrol noktalarındaki gayriinsani muamelelerle aşağılanmasını, mülteci kamplarındaki sefil hayatı ve göç olgusunu; tüm bunların Amerika’daki kalıcı etkilerini ve toplumlarda açtığı yaraları da titizlikle inceliyor, bunların her birini ustaca görünür kılıyor.
Yazarın güçlü birçok katmanlı öyküyü kurguda, atmosferde ve dilde sadeliği ve gerçekçiliği bırakmadan kaleme alması, hem de Arap dünyasının kapalılığı göz önüne alındığında böylesine cesur ve açıklıkla anlattığı bu hikâyeyle tepkileri henüz en başta göze almış olması; onu henüz ilk romanda en parlak Arap-Amerikalı kadın yazarlar arasına katıyor. Günümüzde hâlâ Arap-Amerikalı kadın yazar sayısının çok az olduğu göz önüne alınırsa, Etaf Rum’un nasıl cesur bir işin altından kalktığı da anlaşılır olacaktır.

Önce kendimiz, sonra tüm kadınlar için…

Bu kadar şiddetin, kadınların yalnızlığının ve ezilmişliğinin ortasında bu romanda hiç umut yok mu? Tabi ki var. Yazar, görücü usulü evliliğini bitirmeyi nasıl başardıysa, üniversite okuyup bugün kendi hayatının iplerini eline nasıl aldıysa, dünyanın her yerindeki “kız kardeşlerinin” de aynı şeyleri yapabileceğini savunuyor ve bunu romanında da gösteriyor. Deya’nın romanda; “Önce kendimize ait olmazsak herhangi bir yere ait olmak, gerçekten ait olmak zordur” sözleriyle başlayan umut, finalinde açıkça zafere, okuyan tüm kadınlara güç veren bir ihtimale, ışığa dönüşüyor.

Etaf Rum’un ‘bizim buralarda’ da çokça yaşanan bir kadın öyküsünü anlattığı ‘Kadının Sesi Yok’ adlı bu derinlikli romanı, tüm kadınlara ışığın, özgürlüğün çok da imkânsız olmadığını, kadınların birbirlerinden güç almaya başladıkları yerde güçlerinin de uyanacağını derinlikli bir biçimde gözler önüne seriyor.