Evdeki hesap sandıkta neden tutmadı?
Uzun bir süredir belki de ilk kez iktidar bloğunun yenilebileceğine dair umutlar böylesine diri ve güçlü olmuştu. Görünürde tüm somut koşullar AKP’nin 21 yıllık iktidarının sonuna gelindiğine işaret ediyordu. 6’lı masa bir dizi “yol kazası” yaşasa da dağılmadan seçime kadar birlikteliğini korumuştu. Kürt hareketinin ana gövdesi Erdoğan karşısında ortak adayı desteklemeyi seçmiş, sosyalistlerin çoğu tüm rezervlerine rağmen Kılıçdaroğlu’na oy istemişti. Ancak Erdoğan bir kez daha seçimden galip çıkmayı becerdi. Geniş muhalif kitleler hayal kırıklığı ve öfke arasında bir yere sıkıştı. 2018’de “Adam kazandı” cümlesinin travması atlatılmamışken bir yenisi toplumun yarısının üzerine çöküverdi. Ortada sadece bir hesap hatası mı vardı, siyaseti kavrama biçimine ilişkin yapısal bir sorun mu? Yoksa her ikisi de mi?
Kılıçdaroğlu’nun ifadelerinde cisimleşen otoriter bir rejimi demokratik yollardan yenme iddiası ve bunun için en geniş demokratik cephenin kurulması arayışı bir çırpıda yok sayılacak bir çaba değildi. Gerçekleşseydi yakın tarihte bir dönüm noktası olabilirdi. Gerçekleşmemesinin sebebi halkın “iflah olmaz Erdoğancılığı”, “sağcılığın hep kazanması” ya da kitlelerin “güç fetişizmi” ile tek başına açıklanamaz, nedenler çok daha derinlerde çünkü.
***
16 Nisan 2017 referandumunda Saray rejiminin kurulmasına en büyük direnç “hayır’ı” dalga dalga yayan büyükşehirlerden gelmişti. Bu teslim olmama iradesi aslında 2013 Haziran direnişinin bakiyesiydi. 2019 yerel seçimlerinde muhalefet büyükşehirlerde önemli bir başarı kazandığında CHP’nin “sağa açılma” ve “demokrasi cephesi” kurma stratejisinin tuttuğuna inanılmış oldu. Aynısını 2023’te tekrarladıklarında iktidarı mağlup etmelerinin kaçınılmaz olduğunu düşündüler. Bu hesapta bazı sorunlar vardı. Zira yalnızca büyükşehirlerde önde olmak, Meclis çoğunluğu için de CB’yi kazanmak için de yeterli değildi. 16 Nisan sonuçları aslında bunu kanıtlamıştı. Bu gerçeğe rağmen muhalefet iktidar bloğunun kalelerinde gedik açmak için çok az şey yaptı. Yerleşik ilişkileri dönüştürmeye çalışmak yerine kolayı seçti. Nitekim esnaf ziyaretleriyle, yerel kanaat önderleriyle buluşmanın etkisi sabun köpüğü gibiydi; aktı gitti. CHP belki de Davutoğlu’nun “bir selam veririm bütün Anadolu ayağa kalkar” demesine ya da DEVA’nın küskün muhafazakâr Kürtleri kazanacağına çok fazla bel bağlamıştı. Ama ne Anadolu ayağa kalktı, ne de muhafazakâr Kürtler Kılıçdaroğlu’nun yanında saf tuttu. SP’nin 3 parti birlikte seçime girebilir önerisi hayata geçilmeyip İttifakın dört partisine CHP listelerinden garanti yer verildiğinde bu partilerin sahada çalışmasına da zaten gerek kalmamıştı. Yani işin taktiksel kısımda da defolar vardı.
CHP yönetimi 2019’dan bu yana iki temel mesaj verdi. Bunlardan ilki halka sandığı beklemeleri telkiniydi. İkincisi ise “sandıklara sahip çıkacağız, süreci maharetle yürüteceğiz, endişe etmeyin” taahhüdüydü. Sandığı bekleme çağrısına koşut olarak Millet İttifakı, özellikle ekonomik sorunlar nedeniyle emekçiler arasında büyüyen kaygıyı örgütlemek için adım atmadı. İktidara desteğin diplerde olduğu günlerde erken seçim yapılmasına yönelik sahici bir baskı kurmadığı gibi kitlesel protestolara sırtını döndü. HDP de aynı süreçte bölgede benzer bir fonksiyonu üstlendi, tepkileri kısmen yatıştırdı ve 2023 seçimini işaret etti. Böylece iktidar bloğuna hamle yapabileceği bir alan açıldı. 14 Mayıs akşamına gelindiğinde “sandıklara sahip çıkma” ve “süreci yönetme” başlıklarında yine ciddi aksaklıklar yaşandı. “Adam kazandı” repliği tekrarlanmasa da muhalif seçmenin moralini düzeltecek somut ve güçlü bir adım da atılamadı. 28 Mayıs’a bu moral bozukluğu ve güven kaybıyla gidildi. Hâlâ da bu kolektif ruh halinden çıkabilmiş değiliz.
***
Millet İttifakı, daha önce hizmetlerini iktidara sunmuş danışmanları devşirmeyi ve onların akıl hocalığına güvenmeyi tercih etmekle seçimin kazanılabileceğini düşündü. “Endişeli muhafazakârlara” seslenme, “helalleşme” çıkışlarının “karşı mahallede” çözülme yaratacağı varsayıldı. AKP’deki kan kaybının ittifak içinde kalma ihtimali bir olasılık olarak düşünülmedi. Kent yoksullarına, “halinize şükredin” denilen geniş kitlelere ulaşmak adına bir efor sarf edilmediği gibi “ehlileştirilmiş kapitalizm” ile krizlere cevap üretme eğilimi Türkiye kapitalizminin halihazırdaki örgütlenmesine çarpıp dağıldı.
Aday başkası olsaydı, Muharrem İnce tarafsız kalmasaydı, Sinan Oğan Saray’a destek çıkmasıydı zafer mümkündü tezine sarılmak yaşadığımız bu tecrübeden zerre kadar ders çıkarmamak demek. Çünkü sıraladıklarımız sebep değil, birer sonuç. Siyaseti toplumsallaştıramamanın, örgütsüzlüğü yüceltmenin, müzmin dağınıklığın sonucu.
Her yenilginin bir bedeli var. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak, yenilgiye bahaneler aramak, “biz bu kadarını beklemiyorduk” demek 14 Mayıs öncesinde büyük umutlarla seçim sürecine sarılan milyonlara yapılabilecek en büyük haksızlık. Muhalefetin tüm bileşenlerinin özeleştiri vermesi, akabinde yeni bir mücadele hattını örmesi gerekiyor.