Sanatı icra etmenin önünde artan engellere karşı bütünleşememiş bir kitlenin savrulmasının getirdiği yorgunluk var. Yoksa en iyi Ferhan Abi bilir yıllarca eğilip bükülmeden kalbinden zihnine taşıdığı tiyatro sevdasını…

Ey umut neredesin?

Andre Malroux’un, o olağanüstü romanında, Umut’ta, İspanyol İç Savaşı üzerinden faşizmin ne olduğu anlatılırken direnişçilerin zihninde bir imge olan geçmiş bizi sarar. Çünkü yine Malroux’un deyimiyle, “İnsanoğlunda müthiş, bitmek tükenmek bilmez bir umut kuyusu var...”dır. Her defasında en zor anlarda bile kapıyı çalar. Mesela, “Haksız yere hüküm mü giydin, önüne hep kaz kafalılar çıktı da kimse seni anlamadı mı, nankörlüğe ya da kalleşliğe mi uğradın, umut kuyusuna başvuracaksın... Şimdi devrim hangi rolü oynuyor bilir misiniz? Zamanında ölümsüzlüğe kavuşmak arzusunun oynadığını. Özelliklerinden çoğunu en iyi açıklayan da bu zaten.”

Belki o zamanlar özel ve güzeldi. Çünkü dünyayı yaşanır kılmak adına omuz omuza verdiğin insanların yanında olmanın getirdiği güçlü bir aidiyet duygusu sarıp sarmalıyordu kalpleri. Şimdi geriye derin bir ıssızlık kaldı. Güçlü bir yalnızlık duygusu kaldı. Dahası cehaletin kol gezdiği bir gezegen kaldı. İnsanın iç organlarını din uğruna deşmeye çalışan gözü dönmüşlerin bıraktığı yük kaldı. Kendine iktidar biçenlerin yalılarda sürtme pahasına bütün değerlerden vazgeçtiği bir iklim kaldı. Arsızlık, yüzsüzlük aldı başını gitti.

Öyle zamanlardan geçtik ki sanatın bizi bütün kötülüklerden uzak tuttuğuna inandık. Müziğin, tiyatronun, yazının elinden tutarsak eşsiz ruhlarla bütünleşeceğimizi düşündük. Uğraş olarak hayatı paylaşmak adına onlara gönül verdik. Ama bir zaman geldi rant uğruna o pınarı bile kirletecek bir rüzgar esti. Fırtınaya kapılmayan az sayıda başak kaldı sadece.

Sonra ne mi oldu? Bir sabah uyanıp sosyal medyaya bakarken bu kötü fırtınanın esir alamadığı, çok sevdiğin bir arkadaşının verdiği konser sonrasında sözünü sakınmadan söylediği için dövüldüğünü okudun. İçin cız etti. Güvenç’i ( Dağüstün) morarmış gözüyle fotoğraftan görünce isyan duygun katlandı. Arayıp sesini duyunca bir parça da olsa rahatladın. Ama ıstırabın azalmadı, arttı. Böyle bir vandallığın yapıldığı bir coğrafyada nefes almanın getirdiği daralmanın en üst kademesini iliklerinde hissettin. Sonra umut sözcüğünü aradın kendi sözlüğünde. Bir baktın “u” maddesinde o sözcük yoktu. Yerinde yeller esiyordu.

İNANMAK İSTEMEDİM

Sonra bir haber daha... Bir süredir beklediğin ama kendine inandırmak istemediğin bir haber: Ferhan Şensoy... gerisini yazamıyorum hâlâ.

Ölümünü kabullenemeyişimin ardında yalnızca tiyatrosuna, yazdığına, mizahının sahiciliğine, insanlığına olan inancım yok! Son yıllarda iyice daraltılan sanatı icra etmenin önünde artan engellere karşı bütünleşememiş bir kitlenin savrulmasının getirdiği yorgunluk var! Yoksa en iyi Ferhan Abi bilir yıllarca eğilip bükülmeden kalbinden zihnine taşıdığı tiyatro sevdasını. Kaleme aldığı Muzır Müzikal başına iş açtığında da dimdik durmuştu. Şan Tiyatrosu yakılıp tiyatro adına faili belli bir cinayet işlendiğinde de... ya da Anadolu’da turne yapmak istediğinde sahne esirgendiğinde de iktidarların soluğu vardı ensesinde. Ama gözünde seyirciye ulaşma sevinci yerli yerinde duruyordu. Üç kurşunluk operadaki “adam”lar sosyal medyada sığlıklarını gösterip kral ilan etmiyorlardı kendini. Cehalet kuyusunun borusu patlamamıştı. Ya da biz öyle sanıyorduk!

USTALARA SAYGI İLE

Sonra Konya, Ankara ve İstanbul hattında yaşadığımız o güzel geceleri düşündüm. O, Haldun Taner’den el aldığı kabare tiyatrosu yapısını kendi üslubuyla geliştirmişti. Hep anlatırdı; Galatasaray Lisesi’nde öğrenciyken yaptığı Charles De Gaulle taklidi olay olmuş, izleyiciler arasında bulunan Haldun Taner, “Sen bir kabare oyuncususun!” diyerek yanına çağırmıştı. “İyi de” demişti kendi kendine, “kabare ne demek?”

Böyle başlayan profesyonel tiyatro macerası muazzam bir sentezle Fransız kabare tiyatrosunu bize özgü olanla birleştirmesini sağlayarak başlamış, bunu da hem çok başarılı olduğu yazarlık anlayışıyla hem de sahneleme gücüyle yapmıştı.

Ferhan Abi, kendine has oyunculuğunu geleneksel tiyatromuza özgü yanıyla, Ortaoyunuyla, tabii ki açık biçim özelliğiyle yetkinleştirdi. Seyirciye tanıdık olan uzak açıyla oyun gösterimini çok başarılı olduğu yazarlığıyla yepyeni bir hareket kazandırarak yaptı. Her defasında hayranlık duyduğumuz sahneleme gücüyle yaptı. Her oyunu toplumun yeni bir sosyolojik yansımasıydı aynı zamanda. Şahları da Vururlar’da siyasal yapıyı bambaşka bir tarihselleştirme ve uzak açıyla ele aldı. İstanbul’u Satıyorum’la bozulan İstanbul yapısına değindi. İçinden Tramvay Geçen Bir Şarkı da Haldun Taner’in ona verdiği Karl Valentine özyaşam öyküsü kitabından esinlenmeydi mesela. Ustalara saygıyı hep demledi. Haldun Taner Kabare de bunun bir örneğidir. Fişne Pahçesu’nda Çehov’u ustalıkla bugüne taşıyarak lezzetli bir komedi anlayışına dönüştürdü. Ferhangi Şeyler defalarca izlediğimiz bir sahneleme olayıydı. Modern zamanların kavuklusu olarak mizah gücünü günlük haberlerle birleştirerek gösterdi. Hadi sakınmasızca söyleyelim: Ferhan Abi bir tiyatro dehasıydı. Ve dehalarla bin yılda bir karşılaşılır. Bizim kısmetimizdi. Bilincine vardık mı? Hayır!

Bir güne bir dayak bir de sevdiğinin ölümü ağır geldi. Oysa ölüm karşısında bile umuttan vazgeçmemek bizim elimizde. Can Yücel’in cenazesinde torunu, “Dedemi nereye ekeceksiniz?” diye sormuştu. Bu cümle bile bu topraklardan düşünsellikle birleşen sanatın silinemeyeceğini müjdeliyor bize. Ama arkadan gelenlerin, gençlerin gücünü görmeye çok ihtiyacımız var! Yoksa giden doldurmuyor hiçbir şeyin yerini!