Filizkıran fırtınası
Birer gün arayla Nurhak’ta Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan ve İstanbul Maltepe’de Mahir Çayan’la birlikte kuşatıldıkları evde hayatını kaybeden Hüseyin Cevahir’in katledilmesi filizkıran fırtınasının başlangıcıdır.

Başak Canda - Yazar
O mahûr beste henüz çalmamıştı. Şairin müjgân’la ağlaşması[1] için bir yıllık zaman vardı. “Herkes ne zaman ölür?” sorusuna “Elbet gülünün solduğu akşam…”[2] cevabına da. Zamanın ve ülkenin çiçeğe durduğu ve haziranın kalbimizde sancılı bir ülke[3] olduğu günlerdi.
Dünya hareketliydi. Dünyanın bütün gençleri özgürlük sevdasındaydılar. Bizde de hareketli yıllar, günler yaşanıyordu. Gençler sokaklarda, mitinglerde, grevlerde, köylerde, dağlardaydılar. Devrime doğru koşuyorlardı. Bizim gençlerimizin farkı ise çok hızlı koşmalarındaydı. Durup arkalarına bakacak zamanları bile yoktu. Çünkü “Ortalık karışıktır/ Şiir de barut kokuludur artık/ Kelimeler ölüp gidiyor usta/ Gül boğuldu. Zulüm atını aylandırdı.”[4] günlerinden geçiliyordu. Ayrık otlarının boy attığı boğulmak üzere olan ülkeyi gül bahçesine çevirmek içindi bu aceleleri.
Yeldeğirmenlerine bir mızrakbaşı gibi ilk hücumu yapacak kadar şövalyeydiler. Geleceğe doğru neşeyle yürüyecek kadar ince, bir o kadar da cesurdular. Devrime sevdalandılar ve onun uğruna devlere savaş açacak kadar yürekliydiler. Her birinin altında bir Rosinante olmasa da onlar birer Don Kişot’tular.
Sıcak kanlıydılar. Kendi halklarına sevdalı oldukları kadar dünya halklarına da sevdalıydılar. Evrensel bir dilin çocuklarıydılar. Hem de dünya halklarıyla aynı kanda kaynayacak kadar sıcak ve evrensellerdi. Bir ülke hayalleri vardı ve onun için zalimlere kafa tutmak gerekiyordu. Yurtseverce bir kavganın içinde oldular. “Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar/ Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar/ Mevsim dönüp de yeniden yeşermeğe başlayınca rüzgâr / Çıplağında o atın yine onlar koşacaklar/ O çocuklar/ O yapraklar/ O şarabi eşkiyalar.”[5]
Bugüne kadar haklarında binlerce yazı, yüzlerce anı-roman, bir o kadar ağıt-türkü söylenmiş, şiirler yazılmış, bu kuşağın hikâyesine yeniden yeniden dönmek bu nedenle önemli. Onların anılarını, isimlerini, ideallerini bugün artık çöl iklimi yaşanan ülkemizde anımsamak, anımsatmak, yeni kuşaklara taşımak, onların anısına saygının ötesinde, bir boyun-gönül borcu; basmakalıp kullanımının çok üstünde ve ötesindedir.
Bu kısa yazıyı, derin tarihsel, toplumsal analizler ve politik eleştiriler, övgüler yapma iddiasından uzak durarak, yukarıda belirttiğim bir tarihsel sürecin en hassas günlerinin yıldönümünde bir anımsatma ve sürecin karakteristik yanının altını çizme amacıyla şiirin gücünden yararlanarak yazıyorum. Daha net ifadeyle 31 Mayıs- 1 Haziran 1971 tarihlerindeki iki güne özel bir vurguyu amaçlayarak, bir tanımlamaya kavuşturmanın çabası olarak bakıyorum. Çünkü bu tarihler bir kırılma tarihidir.
68 kuşağı bir isyan, itiraz kuşağıydı. 78 kuşağına haksızlık etmeden konuşuyorum elbet. Kuşkusuz birden bire ortaya çıkmadı 68’liler. Ortaya çıktığı hâliyle de kalmadı. Fiilen ve fiziken yenilse de 53 yıldır bu ülkenin gündemini etkiledi ve etkilemeye de devam ediyor. Bir yanıyla dünya güncelinde 1968 yılında başlayan gençlik hareketiyle benzerlik kurulsa da bu benzerlik daha çok şeklidir ve zamandaşlıkla sınırlıdır. Aynı ideolojik politik kaynaklardan etkilenmiş olmaları, Türkiye’deki 68 gençlik hareketini diğerleriyle kıyaslamak için yeterli bir gerekçe değildir.
Türkiye devrim hareketi yeni yeni filizlenirken bir anda ülkenin gündemini sarsmış ve devletin dikkati o tarafa kaymıştı artık. 15-16 Haziran büyük direnişi, tütün, fındık mitingleri ile devlet bu gençleri mercek altına almıştı bile. Her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki kimsenin duracak zamanı bile yoktu.
Asıl farklılık ise dünya ölçeğinde 68 gençlik hareketi, Avrupa başta olmak üzere bir çok ülkede kendi ülkelerindeki egemen iktidarlara bir isyanı içermekle birlikte daha çok da kurtuluş mücadelesi veren başta Filistin gibi halklarla dayanışmayı içeriyordu. Türkiye’deki gençlik hareketi bu özelliği bağrında taşımakla birlikte, öncelikle bir gençlik hareketi olmanın ötesinde daha çok ülkenin güncel ve gelecek yönetimine yön vermek gibi temel bir politik reflekse sahipti. Bizde Latin Amerika’daki hareketlerin etkisi daha belirleyiciydi. Bunu yapabilecek bir organizasyon formasyonuna, yeterli toplumsallaşmaya, hatta teknik olanaklara sahipler miydi? Çünkü Latin Amerika’daki hareketlerin daha köklü bir geçmişi vardı. Bizim gençlerimiz ise iki yıllık bir sürede büyük bir kavganın içinde oldular ve daha işin başındayken, büyük inanmışlık ve cesaretlerini ileriye taşıyamadan katledildiler.
Birbirlerinden çok farklı olmasalar da örgütlü bir yapıyı kurmuş, partinin öncülüğünü kavramışlardı. 12 Mart Darbesi’nin ardından ricat taktiği düşünceleri, hazırlıksız oluşlarından sekteye uğradı. Zaman çok hızlı akıyordu ve o güzel, o şarabi eşkiyalar “bir uzun koşu olan devrimin” yüz metresini koşmaya başlamışlardı. Karşılarındaki güç de bu bayrak yarışının karşı tarafında büyük bir donanımla geliyordu. İmhâ ve katletme en bilinen işti. Öyle de yaptılar. Eğer Türkiye devrim tarihinin bu dönemi, bir kuşağın temsilcilerinin imhâ ve kırımı ise buna verilecek tek isim var: Filizkıran fırtınası. Ülkenin en güzel gençleri filizkıran fırtınası ile yok ediliyordu. İşte bu fırtınanın başladığı tarih; 31 Mayıs 1971 Nurhak Dağı ve 1 Haziran 1971 İstanbul Maltepe’dir.
Birer gün arayla Nurhak’ta Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan ve İstanbul Maltepe’de Mahir Çayan’la birlikte kuşatıldıkları evde hayatını kaybeden Hüseyin Cevahir’in katledilmesi filizkıran fırtınasının başlangıcıdır. Sanata, edebiyata, en çok da şiire tutkunlardı. Aşkla Sana/ Hüseyin Cevahir belgeselinde Enis Rıza Sakızlı bir anısını anlatır. Hüseyin olduğu zaman Hüseyin’in okuduğu, Sinan’ın olduğu zaman şiirin okumasını ona bıraktığı Ülkü Tamer’in Bir Soyguncunun Yüzü şiirine dönme ve o şiirle anma zamanı. “Akşamdır, iniktir elinin perdeleri,/ Çocukların konuştuğu bir avludur kalbin,/ Dilsiz, ama ağlamasını bilen çocukların/ Gökten geçen leyleklere bakması kadar/ Sessizdir kalbin.”[6]
Bugünden bakarak pratiklerine bir eleştiri yapmak haklı olsa bile, oynadıkları tarihsel role haksızlık olur. Bir suçları var mı? Evet katıksız bir ülke ve halk sevgisi gibi büyük bir suçları var. Ortak olunası ve onurla taşınası bir suç…
Ve şiir devam eder. “İşte sana bırakıyorum boğayı/ Hades beni bekliyor, dönmeliyim;/ Sen de beklenir birisin, unutma,/ Kendinin bekleyicisi, kendinin tuhaf bekçisi,/ Çık güneşe, yeni bir ateş kur/ Herkesin, ama yalnız ikimizin boğasıyla.”
Maltepe’deki evde direnen iki yoldaş radyo da dinlemektedir. Sinan, Kadir ve Alparslan’ın katledildiğini duyarlar. Buna rağmen onurlu direnişlerine devam ederler. Hüseyin Cevahir’in Fazıl Hüsnü Dağlarca şiirini incelediği Çocuk ve Allah’ta Simgeler, Görüntüler, Çelişmeler[7] yazısından Fazıl Hüsnü Dağlarca şiiriyle yakalıyoruz bu direnişi. “Ne yazık ki kimsecikler hissetmedi bu mavi anı, yüzünde/ Bitti, başlangıçsız zamanın yarısı bitti./ O insan ki asırlarca evvel kendini öldürmüştür/ En uzak yıldızlara varır bakışı, henüz şimdi.”[8] Yoldaşını en uzak yıldıza yollarken Mahir bir de not düşer dizesiyle. “Ve Cevahirimi kalbime gömüp dönerim hain hücreme.”
[1] Tutuklunun Günlüğü, Attilâ İlhan, İş Kültür Yayınları, 2002
[2] Büyük Saat, Turgut Uyar, YKY, 2002
[3] Dizenin aslı “Haziran sancılı bir ülkedir kalbimize” şeklindedir. T. Uyar
[4] Türkiye Kadar Bir Çiçek, Ergin Günçe, YKY, 2016
[5] Rengâhenk, Can Yücel, Yazko, 1982
[6] Yanardağın Üstündeki Kuş, Ülkü Tamer, Can, 1987
[7] Çocuk ve Allah’ta Simgeler, Görüntüler, Çelişmeler, Notos Öykü, Sayı: 23, 2010
[8] Çocuk ve Allah, Fazıl Hüsnü Dağlarca, YKY, 2022