Finali her zaman halk yazar!
‘12 Öfkeli Adam’, adaletin, aklın ve bireysel direnişin önemini vurgulayan bir eser. Protestolar sürerken hukuk sisteminden sosyal eşitsizliklere kadar pek çok konuda düşündüren bu filmi izlemenin tam vakti.

Kültür sanat yazmanın en zor olduğu günlerdeyiz. Ama susmak, sanatı da sanatçıyı da insanı da öldürür. Direnişi bütün varlığımla destekliyorum; gençlerin, üniversitelilerin, öğrencilerimin yanında duruyorum. 27 Mart Dünya Tiyatro Günü vesilesiyle şöyle başlayayım yazıma: Tiyatro, sahne kapandığında bile seyircisinin zihninde yaşamaya devam eder. Adalet sahnesi kapandığında ise direniş, sokağın, sözün ve vicdanın sahnesine taşınır. Bugün, özgürlük, adalet, demokrasi ve halkçı, laik Cumhuriyet’in devamlılığını savunanlar polis şiddetiyle susturuluyor; halkın iradesi gasp ediliyor. Seçilmişler, düşünürler, yazarlar, gazeteciler, arkadaşlarımız, öğrencilerimiz hukuksuzca hapse atılıyor. Perde ancak biz istersek iner. Ve unutulmasın: Asıl finali her zaman halk yazar!
TİYATRO VE SİNEMANIN BİRBİRİNİ BESLEYEN İLİŞKİSİ
Tiyatro ve sinema, birbirini besleyen iki güçlü sanat formudur. Tiyatro oyunlarının sinemaya uyarlanması, hem hikâyelerin farklı anlatım biçimleriyle geniş kitlelere ulaşmasını sağlar hem de sanatın sınırlarını zorlayan yeni perspektifler sunar. Bu iki sanat dalının nasıl iç içe geçtiğine ve bazı unutulmaz uyarlamalara göz atalım. “Tiyatro, insana insanı, insanla, insanca anlatma sanatıdır,” diyen Haldun Taner veya “Sanatın görevi, yalnızca dünyayı yansıtmak değil, onu değiştirmektir,” diyen Bertolt Brecht’in sözleri, tiyatronun insan yaşamındaki yerini özetler. Sahne üzerindeki canlı etkileşim ve anlık duygu geçişleri, tiyatroyu benzersiz kılar. Sinema ise kurgu, kamera hareketleri ve ses kullanımı gibi tekniklerle hikâye anlatıcılığını farklı bir boyuta taşır. André Bazin’in dediği gibi, sinema da tıpkı tiyatro gibi bir öykü anlatma sanatıdır, ancak sunduğu görsel ve işitsel imkânlarla kendi dilini oluşturur. Tiyatrodan sinemaya yapılan uyarlamalar, sahnedeki yoğun anlatımı sinemanın teknik olanaklarıyla buluşturarak yeni bir deneyim sunar. August Wilson’ın ‘Fences’ (2016), John Patrick Shanley’nin ‘Doubt’ (2008) ve Peter Shaffer’ın ‘Amadeus’ (1984) gibi yapıtları, tiyatro kökenli filmlerin başarılı örneklerindendir. Ancak bunlar arasında en özel olanlardan biri de hiç şüphesiz 12 Angry Men-12 Öfkeli Adam’dır.
‘KESİN KANIT YOKSA SUÇLU İLAN EDEMEYİZ’
Sidney Lumet’in 1957 yapımı 12 Öfkeli Adam filmi, adalet sistemine dair sarsıcı bir tartışma açarken, tiyatrodan sinemaya uyarlamanın ne kadar etkileyici olabileceğini de gösteriyor. Reginald Rose’un aynı adlı oyunundan beyazperdeye taşınan bu başyapıt, tek bir mekânda geçmesine rağmen, gerilimi ve dramatik gücüyle izleyiciyi avucunun içine alıyor. Film, bir cinayet davasında jüri üyelerinin karar verme sürecine odaklanıyor. Başlangıçta sanığın suçlu olduğu düşüncesi baskınken, Henry Fonda’nın canlandırdığı 8 numaralı jüri üyesi, “Bir insanı kesin kanıt olmadan suçlu ilan edemeyiz” diyerek diğer jüri üyelerini sorgulamaya teşvik ediyor. Ve işte tam burada, insan doğasının, önyargıların ve adaletin ne kadar subjektif olabileceği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.
Filmin en büyük başarısı, sinemanın hareket özgürlüğünden bilinçli olarak vazgeçip, tiyatronun sınırlı mekânını avantaja çevirmesi. Kamera açıları, ışık kullanımı ve karakterler arasındaki mesafeler, gerilimi ve duygusal yoğunluğu katman katman artırıyor. Özellikle jüri masasında geçen uzun diyalog sahneleri, izleyiciyi de o masanın bir parçasıymış gibi hissettiriyor. Ancak 12 Öfkeli Adam, yalnızca bir adalet hikâyesi değil; aynı zamanda insan psikolojisine dair derin bir analiz sunuyor. Her jüri üyesi, farklı geçmişlere ve bireysel yargılara sahip. 3 numaralı jüri üyesinin (Lee J. Cobb) kişisel travmalarını sanığa yönlendirmesi ya da 10 numaralı jüri üyesinin (Ed Begley) ırksal önyargılarıyla hareket etmesi, insanların objektif kararlar almakta ne kadar zorlandığını çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Siyah-beyaz çekilmiş olmasına rağmen, 12 Öfkeli Adam bugüne kadar eskimeyen bir filmdir. Adalet, empati ve bireysel sorumluluk üzerine düşündüren yapısıyla, sinema tarihinin en önemli mahkeme dramalarından biri olmanın çok ötesinde, insan doğasını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bir başyapıttır. Sidney Lumet’in usta yönetimi, Henry Fonda’nın sakin ama etkileyici performansı ve nefes kesen senaryosuyla, her izleyişte yeni bir katman keşfetmeye açık bu klasiği eğer hala izlemediyseniz, mutlaka listenize ekleyin.
‘İNSAN, SEÇİMLERİYLE KENDİNİ YARATIR’
12 Öfkeli Adam filmi, hukukun temel ilkelerinden biri olan ‘suçsuzluk karinesi’ni sorgular. Sanık, suçu kesin olarak kanıtlanana kadar masum kabul edilmelidir, ancak jüri üyeleri başta, önyargılar ve kişisel düşüncelerle hareket eder. Filmde, sosyal sınıf, etnik kimlik ve kişisel deneyimlerin insanların kararlarını nasıl etkilediği gösterilir. Birçok jüri üyesi, sanığın fakir bir mahallede büyümüş olmasından dolayı suçlu olduğuna inanır. 8 numaralı jüri üyesi (Henry Fonda), sanığın suçsuz olabileceğini savunur ve tek bir kişinin mantıklı düşünmesi, büyük bir grubun kararını değiştirebilir. Bu, bireysel direnişin ve sorgulamanın önemini vurgular. Jüri üyeleri başta duygusal kararlar verse de, zamanla mantıklı tartışmalar ve gerçeklere dayalı düşünme ön plana çıkar. Adaletin sağlanması, yasaların varlığından çok, onları uygulayan bireylerin etik ve vicdani duruşuna bağlıdır. Film, Jean-Paul Sartre’ın “İnsan, seçimleriyle kendini yaratır” görüşünü de yansıtır. 8 numaralı jüri üyesi, özgür iradesiyle hareket ederek toplumun dayattığı önyargıları sorgular ve kendi yolunu çizer. Sonuç olarak, 12 Öfkeli Adam, adaletin, aklın ve bireysel direnişin önemini vurgulayan bir başyapıttır. Bugün hâlâ geçerliliğini koruyan bu hikâye, hukuk sisteminden sosyal eşitsizliklere kadar pek çok konuda düşündürmeye devam ediyor. Bu filmdeki gibi, günümüzde de Türkiye’deki protestolar, adaletin ve özgürlüğün savunulması adına bireysel direnişin ve sorgulamanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.