Google Play Store
App Store
Fırat bir sudan öte sonsuz bir çığlıktır
Çizim: Selahattin Demirtaş

Başak CANDA

Elimde kapağına uzun uzun baktığım, dalıp gittiğim bir kitap var. Kapağı çevirebilsem okumaya başlayacağım, ancak içinde bulunduğum ortam, kapakla kurduğum bağ ve duygu yoğunluğum bir türlü sayfalara atmıyordu beni. Bir Fırat Hikâyesi, Sonsuza Kadar... Fırat ismine odaklandım önce, sonra sonsuza kadar kısmına. Uzaktan gördüğüm suyun çılgınca akışı geldi gözlerimin önüne. Sonra bir ses aktı kulaklarıma doğru. “Ey Ferat Ferat/Tu jî wekî min dixwazî azadî.” Ses ve duygularım iç içe geçti ve bulunduğum odadan gökyüzüne doğru yola çıktı. Hava oldukça sıcak olmasına rağmen hafiften bir rüzgâr esiyordu ve ben hem duygularımı hem de ezginin melodisini rüzgâra emanet etmiştim bile.

İnsan kendisiyle dertleşirken zamanı bir ileriye, bir geriye taşıyabiliyor. Yükü sırtlayabiliyor, o yükü taşıyana ortak olabiliyor. Kendisiyle ortak olanları yakalayabiliyor. Ben buna duygunun/ duymanın bedensel ve ruhsal olarak seyir hâlinde olması ve kayıtsızlığa isyan diyorum. Anlamanın ötesinde bir durum. Seni anlıyorum sözüne ortak olma olarak da ifade edebilirim.

Birten Demirtaş Özbek’in günlük, deneme, anlatı formunda yazdığı Bir Fırat Hikâyesi’nde yakaladığım ve yaşadığım duygunun ilk anını aktardım. Yazdığı dedim, ancak bir yaşanmışlık, bir mücadele ve tutunmanın biyografisi demem sanki daha yerinde. Bir anne olarak, bir kadın olarak mücadelesinin her anını yaşadım. Yanımda oğlumun olmadığı bir zaman diliminde okuduğum kitaptan defterime aldığım ilk not şu oldu. “Çocuğundan uzak anneler bu kitabı o hâldeyken okumamalı.” Sonra ürkek ve korkarak açtığım sayfalardan bana yansıyan ilk şey sevginin derinliği ve büyüklüğü oldu. Sevgi dünyanın en güzel sözcüklerinden biri değil sadece, en güzel eylemi de. Hele çok sevmek... Sevgiyi bilen insan çok sevmenin değerini bilir. Anlar. Çok sevmek kalbin itirafı, atma hızı, kalpteki atışın ahenginden başka ne olabilir ki! O ahenk ne yatıştırılır ne de yarıştırılır. Söz konusu bir çocuksa, bir kokuysa, içten gelen sıcaklıksa ve annenin çocuğuna emanet ettiği en büyük emanetse...

BİR FIRAT HİKÂYESİ: Sonsuza Kadar
Birten Demirtaş Özbek
Satırarası Yayınları, 2024

Bir Fırat Hikâyesi’nin bana geçen bir tarafı da anlam ve çığlık. Bir anne sesini diğer annelerle birleştirip, Viktor E. Frankl’ın “Duyulmayan Anlam Çığlığı” dediği yerden anlama uzanıyor. Yaşam dediğimiz şey anlamlardan oluşan ve anlamlarla yürüyen bir süreç. “Ama umutsuz bir durumun çaresiz kurbanı olduğumuz, değiştirilmeyecek bir kaderle yüz yüze geldiğimiz zaman bile yaşamda bir anlam bulabileceğimizi asla unutmamak gerekir. Çünkü bu durumda önemli olan, bir trajediyi kişisel bir zafere, bir zor durumu insan başarısına dönüştürmek olarak tanımlanabilecek eşsiz insan potansiyeline tanıklık etmektir.” İnsandaki büyük değişim ve mücadele buradan başlar. Birten Demirtaş Özbek, Fırat’la birlikte yaşamda bir anlam arar ve o anlamı çığlığa dönüştürür. Benzer acıları, farklı acıları, yaşamları anlam üzerinden ortaklaştırır. Kuşkusuz özne Fırat ve onun tutunma mücadelesidir. Ancak karşısına çıkan her çocuk haberi ona Fırat’ın hikâyesi gibi değer. Alan Kurdi, Berkin Elvan ve daha niceleri... Tıpkı benim Birten’in duygularına ve çığlığına ortak olmam gibi.

Fırat’ın Hikâyesi, hem bir ailenin doğduğu andan itibaren çocuklarını yaşatma mücadelesi hem de bu anlamda sistemdeki işleyişi görebilme açısından önemli bir belge. İçinde yoğun duyguların olduğu, bitimsiz bir sabır ve mücadele dolu yılların tutanağı âdeta... Aslında yolu hastahanelere düşenlerin hangi hikâyelerle karşılaşacağını anlamak güç değil. Oralarda büyük acılar, büyük trajedilerle dolu yaşamlar var. Bazen sessizlik, bazen çaresizlik ve en çok da umut. İşte bütün hikâyelerin içini dolduran ve insana direnme gücü veren sihirli güç o kavramda.

Hastalık kimseye yakışan bir şey değil. Hele çocuklara hiç değil. Ancak yaşamdaki anlamın anlamsızlığı belki de burası. Empati güçlüğü ve acıyla yaşayanın yarasına dokunamama kirliliği. Bazen insan şaşırıyor olan bitene. Kaza geçirmiş bir tanıdığımın hastahane sürecinde ailesiyle yan yanaydım. İlk günler umut ve korkunun iç içe olduğu hızlı akan bir zaman dilimiydi. Tanıdığımın kardeşi doktordu ve sonucu tahmin ediyordu. Buna rağmen o umudu diri tutmak için kardeşinin doktoruna “iyileşecek mi” sorusunu sormuştu. Diğer doktor ise”iyileşmez” deyip çekip gitmişti. Ve bunu duyan doktor kardeş olduğu yere yığılmıştı. Birten Demirtaş Özbek, benzer tanıklıklarını aktarıyor kitapta. Tomografi için gidilen hastahanedeki doktorun anneye söylediğidir. “Bu çocuklar, yaşamak için doğan çocuklar değildir.” Çocuğunu emziren bir annenin duymak isteyeceği en son sözdür ve şöyle düşünür. “İnsan bu kadar acımasız olabilir miydi? Keşke tıp öğrencileri sınavla seçilirken, insani ve vicdani yönlerden de sınavdan geçirilselerdi.”

Durum aslında tam da budur. Hatta, tıp fakültelerinde her dönem psikoloji ve davranış bilimleri dersleri mezun olana kadar okutulmalıdır. Belki de sorun ülkede insan hakları hareketinin çok güçlü olmamasından kaynaklı. Yeterince güçlü bir hareket karşısında, elbette bu tip davranışların olması zor olacaktı. Bir diğer önerim de “insan hakları” derslerinin olması ve mutlaka ilköğretimden itibaren okutulması.

Birten Demirtaş Özbek, Fırat’ı son evine bıraktıktan sonra yaşama dair, yasa dair, inanca dair sorgulamalar yapıyor kitapta. İnanç kısmında önemli serzenişler ve sorular var. Temel sorusu, Halil Cibran’ın “Eğer Tanrıyı bilmek isterseniz, bilmece çizmeye girişmeyin. Onun yerine çevrenize bakın, onu çocuklarınızla oynarken göreceksiniz” cümlesinde yatıyor. “Çocuklarla oynayan Tanrı, çocuklara nasıl kıyar? Tanrı çocuklara niye acı çektirir, neden onları korkutur ki? Tanrı kadar, çocuklar bu dünyanın sahibi değil mi?” sorusuna yanıt Bağlar’daki bir köyden gelir. “Narin, bir çocuk ve acı çekerek katledildi.”

Yazarken en zorlandığım kitap oldu Bir Fırat Hikâyesi. Acılardan geçip, anılara ortak oldum. Bir çocuğun büyümesine tanıklık ederken derin hüzünlerle buluştum. Gar Katliamında yaşamını kaybeden dokuz yaşındaki Muhammed Veysel Atılgan için bir kez daha ağladım. Fırat’ın mezar taşına konan fotoğrafın, dayı Selahattin Demirtaş tarafından Fırat hayattayken çizilip, ona gönderildiğini öğrendim. Yaşam anlamın etrafında çoğalmak olduğu kadar, dayanışma ile güzelleştirilen tüm çabaların yeşermesi ve çiçeklenmesi olarak görülmeli ve yaşanmalı. Ortak acılar ve ortak sevinçlerle buluşabildiğimiz kadar insanız.