Google Play Store
App Store

Gezegenimiz, artık “yaklaşmakta olan” filan değil, fiilen üzerimize “düşmüş ve etkisini göstermeye başlamış” bulunan bir belâlı göktaşının sonuçları ile başetmeye hazırlanıyor.

O belânın adı: Donald John Trump.

Amerika Birleşik Devletleri’nin 47’nci Başkanı olarak 2’nci kez Beyaz Saray’daki koltuğu teslim alan, ancak bununla yetinmeyip dünyanın “gözüne kestirdiği” her bir toprak parçasını işgal ve ilhak etme hakkını kendinde gördüğünü utanmadan açıklayabilen bir meczuptan sözediyoruz.

“Washington’ın Sarışın Belâsı”, geçen Cumartesi günü Oval Ofis’te ağırladığı ve birlikte yerin dibine geçtikleri Ukrayna lideri Zelensky’ye baktığı gibi bakıyor tüm dünyaya. Danimarka’nın toprağı olan Grönland’ı “Şu veya bu şekilde ilhak edeceğini” açıkça söyleyen, Panama Kanalı’na “Er ya da geç çökeceğini” gizlemeyen, Kanada’yı “Aslında bizim toprağımız” gibilerden sözlerle sahiplenen, Çin’e, Kanada’ya filan, gümrük tarifeleri üzerinden açıkça savaş ilan eden ve bütün bunlardan daha elim ve vahim olarak, kendi seçmeninden ve vatandaşlarının önemli bölümünden “alkış” alan bir canavara dönüştü adam. Kongre’de bunları tekrarlarken atılan kahkaha ve alkışları duymalıydınız.

Gazze’yi adeta “babasının malı” gibi görüp orayı “Doğu Akdeniz Riviera’sı”na dönüştürme planlarını hatırlarken bile, insanın tüyleri diken diken oluyor.

Trump’un Ukrayna konusundaki hamlesinin “Rusya’yı yüreklendirdiğine ve Ukrayna benzeri muhtemel ve müstakbel saldırganlıklar için teşvik ettiğine” inanan Avrupa Birliği (AB) ise, en az Kanada, Çin, Meksika, Panama kadar tedirgin. Bu tedirginlik, çok kısa bir zamanda öyle bir noktaya evrildi ki, AB üyeleri, hem kıtalararası rutin stratejik ilişkileri hem de 75 sene önce altına imza attıkları Kuzey Atlantik İttifakı (NATO) birlikteliğini gözden geçirmenin hesaplarına giriştiler.

Brüksel’den ve diğer Avrupa başkentlerinden yükselen sesler, artık açık açık “Kendi (Avrupa) ordusunu kurma, tek tek Avrupa ülkelerinin savunma harcamalarını önemli ölçüde arttırma” mertebesine ulaşmış bulunuyor.

Bu noktada, AB’nin “On yıllardır emperyalist batı aleminin lideri Washington’ın yediği her türlü halta suç ortaklığı ettiği” gerçeğini bunlara hatırlatarak, bugün Trump’un daha açık ve utanmazca zikrettiği bu iğrenç işgalci çılgınlıkları telaffuz etmelerinden neden “ekstra bir rahatsızlık” duyduklarını sorgulayıp eleştirmek, tabii ki mümkün.

Ancak bu “küresel vodvil”in bir yan ürünü abukluk daha yaşanıyor. O da bizimle yani Türkiye ile ilgili.

Bizim içimizdeki bazı akl-ı evvellerin de, ABD ile AB arasındaki bu krizi fırsata çevirmenin” hesaplarını yapmaya başladıklarına “güler misin, ağlar mısın?” babında tanık olmaktayız.

Neymiş? “Bu fırsattan yararlanarak, AB’nin kendi savunmasını güçlendirme hamlesine katkı vererek (ordusuna asker, araç gereç parkına damat yapımı İHA - SİHA vs. herhalde?) kendimizi Brüksel’deki ‘aileye’ yakınlaştırmak ve belki en sonunda tam üyeliği kapmak” gibi hayaller konuşuluyor.

Hayal kurmak güzel şeydir. Ben de mesela, bu yazıyı bitirdikten sonra gidip köşedeki bayide “Kazı - Kazan” oynayıp, Pazartesi günü de parayı tahsil edip, Yeniköy’den kelepir bir yalı almanın hatta 22 yaşındaki otomobilimi değiştirip, uzun süredir göz diktiğim şu 2025 model yeni 4x4 hatta 8x8 (olmuşken öyle olsun bari, lâyık değil miyim yani?) araçlardan edinmenin hayalini kurayım. Maksat, kendini bir süreliğine de olsa iyi hissetmek değil mi?

Oysa, Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin bu hayalleri duyduklarınnda kapalı kapılar ardında attıkları kahkahaları bunca kilometre öteden duyar gibi oluyorum.

Ankara’da, İstanbul’da filan bu hayalleri kuranların, tarihi bir felaket boyutunda enkaza çevirdikleri ekonomimizi düzeltmenin, ondan da daha büyük bir facia niteliğindeki “hukuk ve adalet özürlerimizi, fikir ve düşünceye baskıları” onarmanın çabası içine girmeleri daha doğru olmaz mı?

Koltuğu bırakmamak için, kendisine alternatif gördüğü siyasi rakiplerini adeta “Gözlüğünde niye 2 adet cam var? Adında neden 2 adet E harfi var” gibi gerekçelerle hapse atmanın hesapları içinde olması bizi ne kadar “Avrupalı” yapıyor?

Hoşlarına gitmeyen medyaya uygulanan baskılar nedeniyle gazeteci milletinin neredeyse klavye başında ya da stüdyolarda geçirdikleri vakitten daha fazlasını adliye koridorlarında, karakollarda ya da cezaevi hücrelerinde geçirdikleri gerçeğini hatırlayınca, ne kadar “Avrupalı“ hissediyorsunuz kendinizi? Bunları sormak lazım.

Bunca sene kendi vatandaşlarını “Tam üyelik, olmadı, yarım üyelik, olmadı çeyrek üyelik, o da olmadı vize serbestisi, o da olmadı bilmem özgürlüğü” diye yalanlarla uyutamayacağını nihayet anlamışken, giderek daha fazla aşırı sağa kayan AB ülkeleri kamuoyunu ne kadar ikna edebileceğini hiç düşünüyor mu bu hayalperestler?

Brüksel uçağı için bavullarımızı hazırlamadan önce  önce Çağlayan Adliye önündeki meydanın bir ucundan bir ucuna dahi yol alamadığınız gerçeğini kendi kendilerine sormak, hiç mi akıllarına gelmiyor?

Sen yine hayal kur da…

Brüksel bileti kolay.

Kazırsın, kazanırsın belki.