Nazileştirme projesinde ilk sıçrama noktası, geriye kalan muhalefetin de zor kullanılarak bastırılmasının ardından, 31 Mart ve 7 Nisan 1933 tarihlerinde yürürlüğe koyulan Birinci ve İkinci Gleichschaltung Yasaları’dır

Führer’in rüyası: Gleichschaltung

Önder Kulak - Dr., Felsefe

Her aleni faşist parti, iktidar olanağı bulduğunda, yapısı gereği, devletle bütünleşme, eşdeyişle devletleşme eğilimindedir. Bu eğilime içkin birçok siyasi hareket biçiminden bahsedilebilir. Örneğin başlıca ikisi, caydırıcı bir dirençle karşılaşılmadığı sürece, faşist örgütlenme dışında kalan tüm diğer yapıların, bilhassa da sınıf örgütlerinin bastırılması, geriletilmesi ve mümkünse ortadan kaldırılması; kalabalıkların etki ve baskı altına alınmasıyla kemikleşmiş, geniş bir kitle tabanı inşa edilmesidir. Bu ikisi için olduğu üzere, diğer tüm siyasi hareket biçimleri de, din ya da köken ayrımcılığı gibi çeşniler kullanılarak biçimlendirilir ve faşist ilkelere dâhil edilirler.

Bu ilkeler daha sonra, sanki kalabalıklara ait istemlerle örtüşüyorlarmışçasına bireylere sunulurlar. Böylece direncin, devletleşme eğilimi karşısında yetersiz kaldığı ve eğilimin kendini gerçek kıldığı bir koşulda, “Herkesin ‘faşist’ olduğu bir toplum mümkün mü?” sorusunun belirdiği bir eşik ortaya çıkar. Bu sorunun kendini dayattığı en yıkıcı örneğin, birçok bakımdan Nazi Almanyası olduğu ifade edilebilir.1 Öyle ki Nazi Almanyası, Gleichschaltung aracılığıyla söz konusu eğilim bakımından vuku bulmuş en uç örnek olarak kabul edilir.

Türkçe karşılığı koordinasyon olan Almanca Gleichschaltung sözcüğü, anlamca, en yalın şekilde, Nazileştirme ifadesiyle karşılanabilir. Bir proje olarak Nazileştirme, bütün toplumsal ilişkilerin Nazi düşünce ve eylem yapılarına uygun hale getirilmesi amacını taşır. Nazileştirme projesi, öncesinde epey yol alınmış bir devletleşme sürecini varsayar. Bu süreç, Naziler bağlamında, devlet aygıtının neredeyse tümüyle ele geçirilmiş olmasını, Nazi Partisi dışında kalan çoğu siyasi iradenin (en başta komünistler olmak üzere) hâlihazırda bastırılmış, geriletilmiş ve hatta kimilerinin ortadan kaldırılmış olmasını ve kalabalık bir faşist kitle tabanının hazırlanmış olmasını içerir. Naziler için bu koşulların varlığı, Gleichschaltung için uygun zamanın gelmesi demektir.

Nazileştirme projesinde başlıca uğraklar
Faşizm, hemen her toplumsal alanda önemli yerler edinebilmiş olsa da, siyaset ve hukuk dışındaki etkisi hâlâ kuşatıcı olmaktan uzaktı. Hatta Nazilerin kültür ve entelektüel üretim gibi mecralarda son derece etkisiz kaldıkları dahi söylenebilir. İşte Nazileştirme projesi, tam da bu noktada hayata geçirilmek istenmiştir. Bu projeyle birlikte, Nazilerin zor araçları marifetiyle, kısa sürede yetersiz kaldıkları alanları ele geçirmeleri amaçlanmıştı.

Hitler, Reichstag Yangını akabinde ilan edilen olağanüstü hali kalıcılaştırmak amacıyla, 23 Mart 1933 tarihinde Ermächtigungsgesetz ismiyle anılan yasanın meclisten geçmesini sağlamıştır. KPD’nin hâlihazırda yasaklandığı ve katılamadığı mecliste, yasa SPD’nin günah çıkarırcasına tepkilerine karşın geçmişti. Ermächtigungsgesetz, hükümetin meclisi yok sayarak yasamada bulunmasına imkân veriyordu. Böylece Hitler’in önünde, hiçbir büyük engel kalmamıştı.
Nazileştirme projesinde ilk sıçrama noktası, geriye kalan muhalefetin de zor kullanılarak bastırılmasının ardından, 31 Mart ve 7 Nisan 1933 tarihlerinde yürürlüğe koyulan Birinci ve İkinci Gleichschaltung Yasaları’dır. Bu yasalar, devlet aygıtında Nazi iktidarı için engel teşkil eden ya da ileride etme olasılığı bulunan yapılara son bir dokunuş olarak değerlendirilebilirler. Gleichschaltung Yasaları uyarınca bölgesel meclislerin yetkileri kaldırılmış, seçim sonuçlarına ilişkin belirlenim yerel yerine genel oranlara bırakılmış ve her meclisin başına İçişleri Bakanlığı’na bağlı birer vali atanarak, görece özerk yapıları sona erdirilmiştir.2 Her iki yasa da yetersiz kalmış olacak ki, 30 Ocak 1934 tarihli bir başka yasayla bölgesel meclisler bütünüyle kaldırılmış, böylece alt kurumları dağıtılmış, bölgesel ve yerel yönetim tamamen merkezi yapıya tabi kılınmıştır.

fuhrer-in-ruyasi-gleichschaltung-501009-1.

Bir diğer sıçrama noktası da, 7 Nisan 1933 tarihinde kabul edilen kamu hizmetlerine ilişkin yasadır. Bu yasayla, “arî ırka mensup olmayan” ve en başta komünistler olmak üzere, Nazi ilkelerine karşı olan kimselerin kamu hizmetleri kategorisine giren hiçbir mesleği icra edemeyecekleri ilan edilmiştir. Dahası hâlihazırda bu mesleklerden herhangi birini icra edenler, yeni yasayla ihraç edilmişlerdir. “Kamu hizmetleri” kategorisi altında, devlet memurları, bürokratlar, polisler ve askerler, avukatlar, savcılar, hakimler, öğretmenler, akademisyenler, hekimler ve sanatçılar bulunduğu bildirilmişti. Naziler, toplumun en etkili meslek dallarından muhalifleri dışlayarak, birçok alanda Nazi ilkeleriyle uyumsuz üretimleri engellemeyi ve uyumlu üretimleri hakim kılmayı amaçlamışlardır.

Gleichschaltung Yasaları’nın ardından, siyaset ve hukuk alanlarına ilişkin son iki belirleyici gelişme ise, Nazi Partisi’nin 14 Temmuz 1933 tarihinde devlet partisi ilan edilmesi, onun dışında kalan tüm kurumlara siyaset yasağı koyulması ve 1 Ağustos 1934’ten itibaren fiili olan bir durumun, yani yasama, yürütme ve yargı kapsamındaki tüm yetkilerin doğrudan Führer’e bağlı olmasının kâğıt üstünde de sağlanmasıdır. Bu sonuncusu, bir anlamda Ermächtigungsgesetz’in nihayete erdirilmesiydi.

Nazilerin model bireyi
Nazileştirme projesi için gereken yapısal dönüşümlerin yerine getirilmesi, bireyler nezdindeki ideolojik baskının ölçüsünü de son raddeye getirmişti. Hatta öyle bir eşikten bahsedilebilir ki, yurttaş olmak hem ahlaki hem de yasal bakımdan Nazi aidiyetiyle özdeş tutulurken, Nazi ideolojisinin tanımladığı model birey dışındaki herkes, “vatan haini” ilan edilmiştir.
Bu arada kendini bir Nazi birey olarak gören kimsenin her şeyden önce “vatan haini” olanları Gestapo’ya bildirmesi, yani ihbarcılık yapması bekleniyordu. Öyle ki bireye, aidiyet sahibi olduğu ve aidiyet dışında bırakılan kişi karşısında aidiyetini koruması gerektiği anlatılmıştı. Aidiyet, Führer’in “ona bahşettiği yaşam koşulları”na sahip olmasını mümkün kılan kimliğiydi. Führer’in belirlediği aidiyet sınırları dışında kalan kimseye ise yaşam hakkı dahi tanınmamalıydı.

Bu bağlamda, aidiyet sahibi olmayan kimselerin örgütlenmesi de engellenmeliydi. Böylece Nazi kurumları dışında kalan sivil toplum örgütleri, demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve meslek örgütleri, bünyelerinde oluşabilecek olası “olumsuz örgütlenmeler”in önünü daha baştan kesebilmek için lağvedilmişlerdir. Buna karşılık hemen her alanda Nazi Partisi tarafından örgütlenmiş kurumlar bulunmaktaydı ve her biri doğrudan Führer’e bağlıydı. Kaldı ki Führer’e bağlı olmayan her türden örgütlenme hâlihazırda aidiyet dışı kabul edilmişti. Başka bir deyişle, Nazi Partisi’nin nüfuz edemediği tek bir toplumsal ilişkinin varlığı dahi reddediliyordu.

Öyleyse aidiyet sahibi birey için yaşamın anlamı, kendine Führer’i örnek almak olabilirdi; çünkü Führer her anlamda bir mükemmeliyeti temsil ediyordu. Bireyin onu ve doğrudan temsilcilerini dinlemesi, komutlarına uyması, Nazi yayınlarını takip etmesi, yaşamını Nazi ilkelerine uygun ve Nazi Almanyası ile uyumlu şekilde sürdürmesi isteniyordu. Bir toplumsal sorunla karşılaştığında ise, ondan açıklaması için Führer ve temsilcilerine kulak vermesi bekleniyor, “vatan haini” ilan edilenlerin eleştirel anlatılarından uzak durması salık veriliyordu.

fuhrer-in-ruyasi-gleichschaltung-501010-1.

Kişinin model birey olması için aldığı eğitim son derece elzemdi, ancak yeterli değildi. Bu yüzden her yaşa ve her donanıma uygun, süreğen Nazi okulları oluşturulmuştu. Örneğin üniversite öncesi öğrenciler için hafta sonu ve yaz okulları, üniversite öğrencileri için gönüllü projeler ve meslek sahipleri için de dönemsel kurslar, bireylerin gönülden katılmaları beklenen zorunlu sosyalleşme alanları olarak belirlenmişti.

Bir tepki olarak ikili yaşam
Nazileştirme projesi karşısında, bir yandan KPD ve Kızıl Orkestra’nın örgütlü mücadelesi devam ederken, bir yandan da örgütlü, örgütsüz antifaşist halk kesimlerinde bir tepki olarak ikili yaşam sürdürme çabası kendini göstermişti.

Birey, söz konusu ikili yaşamda, dışarıda Nazi toplumuyla uyumluymuş gibi davranırken, evinin kapısından içeri girdiği anda, yüzündeki maskeyi çıkarıyor ve rol yapmayı bırakıyordu. Bu açıdan evler adeta birer sığınaktı. Bireyler sığınaklarını aileleri dışında, sadece güvendikleri, kendileri gibi düşündüğünü bildikleri çok küçük bir kesime açıyorlardı. İfşa olmamak ve kendilerini gizlemek en büyük savunma becerileriydi.

Evlerin içerisinde, gizlenmiş şekilde, yasaklanmış kitaplar, kültür ve sanat eserleri, ses kayıtları ve Nazi karşıtı nice malzeme bulabilmek mümkündü. Bu evlerde imkânlar ölçüsünde çocuklara alternatif bir eğitim verilmeye çalışılıyor, kültürel ve sanatsal üretimlerde bulunulmaya gayret ediliyordu. Bütün çaba, Nazileştirme denilen zehre karşı koyma zanaatı üstüne kuruluydu.

Gestapo, “ikili yaşam mensupları”nı sıkı soruşturmalar sonucunda tespit etme uğraşındaydı. Bu soruşturmalardaki ruh halleri, 10 Mayıs 1933’te Berlin Opernplatz Meydanı’nda, silahlar eşliğinde üst üste yığılmış kitapları yakarken edindikleri kadar harlıydı. Bilhassa ev baskınlarında şiddet ölçüsünü yüksek tutarak, açığa çıkmamış evlere gözdağı veriliyordu. Ev içerisine gizlenmiş kitapları, kültür ve sanat eserlerini dinsel bir ayini andırır şekilde yakarak, etrafında zafer naraları atıyorlardı.

Baskınlar sonucunda örgütlü kimselerin bağlantıları açığa çıkarılmaya çalışılıyor ve bireyler en sonu toplama kamplarına gönderiliyorlardı. Örgütlü olmadıklarına kanaat getirilen kimselere ise, işbirlikleri ve pişmanlıkları karşılığında, gözetim altında bir uyum şansı veriliyordu.

Bu sırada örgütlü yapı
Naziler, düşüncelerinin anti-entelektüelist niteliğine rağmen, zor araçlarını kullanarak tüm alanlarda hakimiyet kazanabileceklerini ve hasımlarını bütünüyle ortadan kaldırarak, “Herkesin ‘faşist’ olduğu bir toplum” rüyasının gerçekleşebileceğine inanmışlardı. Ne var ki Nazilerin tüm ağır şiddet örneklerine rağmen, Nazileştirme projesi hep Hitler’in beklentilerinin gerisinde kalmıştır. Bunun elbette çok sayıda ve farklı boyutlarda nedenleri bulunmaktadır. Burada sadece sınıf hareketine ilişkin bir değiniyle yetinelim.

Gestapo’nun bütün ağır saldırılarına karşın örgütlü yapısını ve köklerini muhafaza edebilen KPD, etki alanı kapsamındaki iletişim ağını sürdürmeye ve bu ağı kullanarak örgütlülüğünü genişletmeye çabalamıştı. Kapalı alan entelektüel hücreleri aracılığıyla yayınlar kaleme almış, basımını ve dağıtımını örgütleyerek halka ulaştırmıştır. Bu çabalara duvar yazıları, pankartlar ve kuşlamalar gibi araçların kullanıldığı yaygın propaganda biçimleri de eşlik etmiştir. Ayrıca KPD, örgütlülüğü ölçüsünde, fabrikalarda ve yerleşim alanlarında sabotajlar ve saldırılar düzenlemekteydi. KPD, etkisinin sınırlarına rağmen, etki alanının ötesinde, halkın bir kesimine yalnız olmadıklarını hissettirebilmiştir.3
KPD tüm çalışmalarının yanı sıra, Kızıl Orkestra’yı oluşturan esas bileşendir de. Kızıl Orkestra, Gestapo’nun saldırıları karşısında savunma imkânları oluşturmak, bölgedeki Kızıl Ordu ve partizan birliklerine istihbari ve lojistik katkılar sunmak gibi sorumluluklar üstlenmiştir. Öyle ki Berlin’den dalgalandırılan kızıl bayrağın üstünde, Kızıl Orkestra’nın da dikkate değer bir emeği vardır.

1 Kaynak bir metin için bkz. Rajani Palme Dutt, Fascism and Social Revolution: A Study of the Economics and Politics of the Extreme Stages of Capitalism in Decay, Chicago: Proletarian Publishers.

2 Bu sırada seçimler de yerini blok liste uygulanan plebisite bırakmıştır.

3 Bkz. Frank McDonough, Opposition and Resistance in Nazi Germany, Cambridge: Cambridge University Press, 2005, ss. 3-15.