Futbolcu fukarası Türkiye
Hayatta arzularımız ve hak ettiklerimiz var, hayallerimiz ve gerçeklerimiz… Turnuvada en iyisini istiyoruz. Bu doğal da hak ettiğimiz ne?.. Her zaman hak eden kazanmaz, doğru. Ama hak eden, o gün kaybetse de hep yükseklerde kalmayı başarıyor. Kazanıp sonra hayaletleşen de var turnuva tarihinde…
İsmail Şayan - Spor Ekonomisti
Avrupa Futbol Şampiyonası fikrini 1927’de, kupaya adını veren Henri Delaunay ortaya attı. İlk elemeler 1958’de başladı. Heyecan yarattı demek zor: Batı Almanya, İngiltere, İtalya, Hollanda gibi bazı ağır toplar itibar etmedi, sadece 17 ülke katıldı. İlk finaller; Afrika’nınkinden 3, Asya’nınkinden 4 yıl sonra, 1960’ta ve 4 takımla oynandı.
1980’de 8 takıma çıkıldı. 1984’te kıtanın hâkimi, son 3 finalin gediklisi Batı Almanya yarı finali göremeyince Jupp Derwall’in Türkiye yolu açıldı. Deneyimli futbol adamı, aktardıklarıyla bakış açımızda değişimi başlatacaktı.
1996’da 16 takımlı ilk turnuva oynandı. Özeldi, ilk katılımımız... Henüz, abalıya vurma uğruna üçlü defansı öcüleştirmiş tuhaf bir ülke değildik. 4 yeni katılımcıdan biriydik. Grubun son torba takımının finallere kalması olağanüstüydü. 3 maçı da kaybettik ama olgunlukla karşıladık.
2000’de ilk galibiyet ve gruptan ilk çıkış geldi. 2004’te “Çek bir Letonya” vakasıyla yıkıldık, evdeydik. 2008’in en renkli takımıydık. “Türkiye takım otobüsünde değilse maç bitmemiştir” sözünü ezberlettik ve ilk kez verilen bronz madalyaları kazandık. Ve yine geri… 2012’de yoktuk.
Takım sayısının 24’e çıkışıyla düzenli katılımcıyız... Üst üste üçüncü kez finallerdeyiz. Turnuvaya grup lideri olarak gidişimiz de bir ilk. 2016’da 3, geçen seferse 0 puanla çabucak eve dönmüştük ama bu kez ilk aşamayı geçtik.
UEFA’NIN EKMEK KAPISI
Dünya Kupası FIFA’nın, Avrupa Şampiyonası ise UEFA’nın ekmek kapısı… UEFA, kulüp turnuvalarından sadece %6,5 alıyor ve bunun büyük kısmı diğer kulüplere dönüyor. Hatta Kovid döneminde turnuvalara rezervlerinden ödeme yaptı ve zarar yazdı. Ancak EURO’da aslan payı onun. 2008, 12 ve 16’da %40-50 arası olan payı 2020’de %34’e inmişti. Bu kez %49.
Kovid ve ertelemeyle gelen kayıplar, son finallerde geliri %2 indirmişti. Bu kez, 527 milyon artışla 2,4 milyar avro bekleniyor. Finallerdeki ülkeler 331, katılan futbolcuları için kulüpler 240 milyon alacak. Ayrıca Hat-Trick VI programıyla 55 üyeye, 4 yıla yayılarak 935 milyon ödeme bütçelendi.
Beklenti 1,2 milyar ve 3 yılda 575’ten 360 milyona inen UEFA nakit rezervindeki düşüşe 87 milyon onarım...
UEFA, tıpkı federasyonlar gibi kâr amaçlı bir kurum değil. 2008 kongresinde üyeleri, “500 milyon rezerv tut” kararı aldı. Kovid dönemi de doğruluğunu gösterdi. Rezerv yükselirse uzlaşılan bir yolla (proje bazlı destekler vb) yine futbola dönüyor. 4 yılda 17 milyon, birkaç üyeye belki devede kulak ama özellikle küçükler için hayati.
Yine de FIFA’nın 4.372 nüfuslu üyesi Montserrat’a DK2026 için ödeyeceği 8 milyon dolara (%11 GSMH artışı, kişi başına 1.830 dolar) kıyasla oldukça mütevazı kalıyor.
TÜRKİYE FARKI
Türkiye’yi diğer finalistlerden ayıran en önemli özelliği, adeta “Avrupa’daki Afrika” oluşu: Gürcistan maçına çıkan 10 saha içi oyuncumuzun 6’sı Türkiye’de doğmamış, eğitimini burada almamıştı. Kıtada savaş yaşamış ülkeler dışında bulması zor tablo… İyice garipleştirense Türkiye’deki kaynağın, yani nüfusun, Batı Avrupa’dakinin 16 katı olması. Özetle ortada “yeteneksiz Türkler” sorunu yok, üretim kalitesinde berbatız.
Bunu doğrulayan veri bol… Örneğin kıtada yerlinin Türkiye’den daha az oynadığı tek lig, hangi akla hizmetse Tekirdağ veya Denizli’den daha küçük yerde 14 takımlı lig kuran Kıbrıs Rum Kesimi’nde. 80 takımlı “Ankara Profesyonel Ligi” düşünün, kabaca aynı… Üstelik kıtada pek çok ülke; Roma 1957 ile belirlenen ve 1995’te Bosman’la şartlaşan, 1998’de AB’nin futbola “direneni kapatırız” diye gürlediği “serbest dolaşıma” tabi. Macar Portekiz’de, İtalyan Polonya’da eşit haklara sahip. Hemşire de marangoz da futbolcu da olsa aynı… 1960’larda güçlenen “yabancı sınırını” pek dert etmeden istedikleri pek çok ülkeden oyuncu oynatabilirler ama bu “fırsata” rağmen, tercihleri bizden hayli farklı.
İngiltere’de yetişmiş ülke dışındaki futbolcu sayısı geçen sezon 586’ydı. Çekya 98, Gürcistan 104, Portekiz 363, Avusturya 165… Bu alanda en başarılı Avrupalı olan Fransa 1091 (66’sı Türkiye’de). Bizde aynı sayı sadece 32. 32’nin 1’i Gine, 5’i ise Türkî Cumhuriyetler doğumlu… Nijerya’nın 421’ini, Gana’nın 339’unu da analım. Aslında garabeti tanımlamaya “Avrupa’daki Afrika” da yetmiyor. Petrolü olmadan petrol piyasasının önemli aktörü olmaya çalışmak gibi…
Keza geçen sezon Süper Lig kulüpleri, %4,2 ile “kendi altyapısından gelenlere en az süre veren lig” unvanına aşklarını bir kez daha gösterdiler. Son Dünya Şampiyonu Arjantin’in %23’üne, Uruguay ve İspanya’nın %20’sine, Japonya’nın %18’ine, Fransa ve Hollanda’nın %15’ine, rakip Avusturya’nın %14,4’üne, Fas’ın %13,1’ine kıyasla çok güdük, hatta gülünç... Ligde yerli sayılanların ciddi bir kısmı Avrupa Kupaları’nda yerli değil, kulüplerimiz Avrupa’ya kısıtlı kadroyla çıkıyorlar.
Ama üretim tarafında adım atmama inatları sabit. Futbola ve kulübe yükledikleri anlam hem kıtaya hem Suudi Arabistan harici dünyaya zıt. Adeta kimselerin bilmediği sihirli bir sırra vâkıflar, üretmeden sonsuza dek sadece tüketerek yaşanabileceğine başka inanan yok çünkü. 12 katımız gelirli İngiltere, 6’şar katımız gelirli Almanya ve İspanya dahi bunu yapmıyor. Kulüpleri üretme, daha iyi altyapı derdinde.
Bizdeki dertlerse “vergi ödemeyip borç sildirmek”, “devletin sponsorluklarda kurumlarını, ihalelerde kendisini devreye sokmak”, “banka borçlarına kıyak faiz”, “kamudan ucuza veya bedava arsa koparıp emlak rantı ticareti” gibi futbolla ilgisiz, ülkeden yolma ortak paydalı alanlara yoğunlaşmış durumda.
TUTKUYLA SEVİLEN ÖFKELİ VE GÜZEL ÜLKEM
1990’lar yükselme devrimizdi. Derwall’i anladık, sahalara ve altyapılara eğildik. Piontek’in katkısıyla yapımızı geliştirdik. Dinledik, okuduk, öğrendik. Yapı ve üretimimizi çağın gereklerine uygun hale getirip ivmelendik.
1996’ya giderken, Şifo Mehmet (Özdilek) gibi bir büyük yeteneği evde bırakabiliyorduk, 2002’de 3. olurken kuşağının en yeteneklisi Sergen yoktu, sakattı. Son 2 yıldır direkt takım sokamadığımız Şampiyonlar Ligi’ne 3 takım yollamaya 0,275 puan kalmıştı 2001’de… Gelir sıralamasında şimdinin gerisindeydik ama başarımız gelirimizin önündeydi. Bunları yabancı sayımızın çok kısıtlı olduğu bir dönemde yapabildik çünkü gani olmasa da yeter sayıda nitelikli oyuncumuz vardı. Bir iki eksik belimizi kıramıyordu. Oysa bugün...
Başka şeyler de farklıydı: Eleştiri eksik olmazdı ama Milli Takım, şamar oğlanı gibi görülmezdi. Kulüp kavgasına meze yapılmazdı. Başarıda sahiplenerek, başarısızlıkta diğer kulüplerin oyuncularını suçlayarak prim yapmaya çalışılmazdı. Bazen hazzetmediğimiz oyuncu oynasa da hepimizindi… “Oyuncuların da hocanın da kendi gelecekleri için en iyisini vermeye çalışacağı” basit gerçeğini yitirmemiştik. Hocanın idmanda oyuncudan yeleği almak için cebinden A4 ve damga pulu çıkarıp dilekçe yazmasını umacak kadar kaybolmamıştık. Hayattaki tek “araştırması” kahvede Himmet Abi’sinin kestiği ahkâm veya zırt sitede gördüğü bir “şey” olanlar, etrafa “sen onu iyi araştır” diye büyük burunlu öğütler saçmazdı. Yenilgilerde sinirlenilir, hatalar eleştirilir hatta abartılır ama “kukla, talimat alıyor” gibi bayağı hakaretler ortak ağız olmazdı. Oraya kendi istediğini getirmek için yarışan odaklar da yoktu, mevcut hocanın altını oymada kolayca kullanılan, aklını ânında yitirebilen bir kitle de… Belki eksiğimiz, defomuz daha çoktu ama “İnsanlık 101”den kopulmamıştı...
Hayatta arzularımız ve hak ettiklerimiz var, hayallerimiz ve gerçeklerimiz… Turnuvada en iyisini istiyoruz. Bu doğal da hak ettiğimiz ne?.. Her zaman hak eden kazanmaz, doğru. Ama hak eden, o gün kaybetse de hep yükseklerde kalmayı başarıyor. Kazanıp sonra hayaletleşen de var turnuva tarihinde…
Geçmişte hak etmeye yönelip büyüdük. Yine yapabiliriz. Tercih elimizde.
Hepimizi mutlu edecek bir son dileğiyle...Eğer varsa...