Hiçbir dönemde 21. yüzyılın ilk çeyreğinde görüldüğü kadar distopik (“kıyamet sonrası”) bir gelecek vaat eden roman ve filmler ortaya saçılmamıştı. 2008 krizi bunu daha da artırmış görünüyor.

Fütürizm üzerine çeşitlemeler

OĞUZ OYAN

Malum bugün seçimler var ve seçim yasakları yürürlükte. Biz de biraz fütürizm yapalım.
21. yüzyıla girerken insanlığın “yakın” geleceğini ilgilendiren konuların başında iklim krizi geliyordu. Dünya kaynaklarını yenilenemez bir hızda tüketen kapitalist sistemin egemen ülkelerinin ve şirketlerinin bu krizi aşma çabaları göstermelik olmaktan öteye gitmiyordu.

Ekonomik büyüme yarışının ve kârları ençoklaştırma rekabetinin sürdürüldüğü, insanlara refah göstergesi olarak daha fazla tüketimden başka bir hedefin gösterilmediği, güney coğrafyasının azgınca sömürüldüğü bir ortamda, atmosferin, toprakların ve deniz ekosistemlerinin kirlenmesinin önüne zaten geçilemezdi. 

Nitekim bu durum, yüzyılın ilk çeyreğinin tamamlanmakta olduğu bu dönemde daha açıkça görülüyor. Bugünkü koşullarda küresel ısınmanın dizginlenmesi giderek ulaşılamaz bir hayale dönüştü. Bunun yıkıcı sonuçları şimdiden aşırı değişken hava koşulları üzerinden hissedilmekte. Ama daha fazlası, buzulların bu hızda erimeye devam ettiği bir varsayımda çok değil 50 yıl içinde deniz seviyelerindeki yükselmenin kentsel ve tarımsal alanları tehdit ettiği, büyük göçlere ve gıda yoksunluklarına yol açtığı zaman ortaya çıkacak. Zaten gelir farklılıkları uçurumları, bölgesel savaşlar ve kolonyalist/emperyalist sömürü nedeniyle Güney-Kuzey göçleri kontrol dışına çıkma eğilimine şimdiden girmiş durumda.

İklim krizine neden olan ekonomik sistemden bu krize çözüm üretmesi beklenemez. Gerçi insanlık kapitalist sistemi değiştirmeye erkenden Sovyet Devrimi’yle girişmişti; ama emperyalizm aşamasındaki kapitalist sistem bunu kendi varlık nedenine bir tehdit olarak gördüğü için bütün gücüyle çullanarak tasfiyesine yol açtı.

Ama sistemin 21. yüzyılda başka kâbus senaryoları oluştu. Çin’in 21. yüzyılda çılgın bir tempoyla büyümesi, 1990 sonrasında dünyanın tek “efendisine” dönüşme rüyalarını gören ABD’nin heveslerini çabuk söndürdü. Çin’in çarçabuk potansiyel bir hegemon adayına dönüşmesi ABD’nin hâkim küresel ekonomik güç konumunu şiddetle sarsarken, nevrotik halini de iyice bozdu, militarist saldırganlığı artırdı. Bu arada uluslararası ekonomiye kendisinin dayattığı serbest ticaret ilişkilerinden, Çin lehine sonuçlar verdiği için, geri dönüşlere mecbur kaldı. Rusya’yı Ukrayna savaşı ile yıpratır ve meşgul ederken, Çin’i erken bir kapışmaya zorlamanın alıştırmalarını Tayvan üzerinden denemeye başladı. Çin ise, kapitalist üretim ilişkileri temelinde sosyalist bir siyasi üstyapıyı sürdürmek gibi ilginç bir süreci sağlamlaştırmak ve ekonomik/teknolojik üstünlüğünü pekiştirmek derdinde olduğundan herhangi bir savaşa bulaşmak istemiyor veya bunu mümkün olduğunca ötelemek istiyor. Gene de bu hegemonya rekabetinin ve giderek fiilî bir hegemonya transferi olasılığının çok tehlikeli bir çatışma ortamını uzun süre çok canlı tutacağı görülüyor. Bu süreçte nükleer silahların da kullanılabileceği bir III. Dünya Savaşı’nın çıkmaması ancak gerileyen güç olan ABD emperyalizminin saldırganlığının frenlenmesiyle mümkün olabilir.

Peki mümkün olabilecek mi?

Bütün bunların üzerine son zamanlarda bir “yapay zekâ” (YZ) tartışması da eklendi: Fırsat mı yoksa tehdit mi? Ya da her ikisi birden mi? Aslında SİHA’lar üzerinden savaşların daha mümkün ve tehlikeli kılındığının örnekleri ortaya çıktı bile. Savaşçı robotların ortaya çıkması da herhalde an meselesi. Asimov’un kulakları çınlasın; robotların üç kuralından birincisini “bir robot bir insana zarar veremez veya zarar görmesine seyirci kalamaz” şeklinde tanımlamıştı. İnsanlık epeydir yapay zekâyı insana zarar verecek yönde kullanabilme “yeteneğini” sergilemiş durumda. Son günlerde, yaratıcı çıktılar üretebilen gelişmiş bir YZ örneği olarak ChatGPT tartışmaların ve kaygıların merkezinde. Bu sektörün içinden gelip de kendi kendine öğrenebilen bir YZ’nin geliştirilmesinin belirli bir süre engellenmesini önerenler bile var. Üstelik Geoffrey Hilton gibi bu teknolojinin öncüsü olan bir isim dahi bunun riskleri hakkında konuşmaya başlamış durumda. Buradaki riskler sadece savaş sırasında kullanılma bakımından değil, bu teknolojinin “derin sahtecilik” (“deepfake”) uygulamalarının aracına dönüştürülmesi ve toplumların/siyasetin yönlendirilmesi için kullanılması açısından da ortaya çıkmakta. Düzenleyici mevzuat da henüz ortada yokken; peki olsaydı ne kadar denetim altına alabilirdi?

***

Böyle bir dünyada geleceğe ilişkin olumsuz sanrıların büyümesine, bir “distopik” gelecek kurgusunun zihinlere bulaşmasına veya yerleştirilmesine neden şaşıralım?
1929 krizi sonrasında süper kahramanlar yanında korku filmleri furyası da ortalığı sarmıştı. Wells’in I. Dünya Savaşı öncesinde yazdığı Dünyalar Savaşı gibi felaket habercisi bilimkurgu romanları II. Dünya Savaşı sonrasında artık iki dünya savaşı görmüş bir dünyada yani daha “elverişli” bir ortamda beyazperdeye aktarıldı. 1950’ler Mc Carty’ciliğin anti-komünist sinemasına büyük yer ayrıldığı bir dönemdi. Soğuk savaş ve nükleer felaket filmleri (On the Beach, Maymunlar Cehennemi) 1960’ların sinemasını etkiledi. Sistemler arası rekabetten kaynaklı soğuk savaş dönemi filmleri de 1970’lerde seyirciyle daha fazla buluştu. Ama hiçbir dönemde 21. yüzyılın ilk çeyreğinde görüldüğü kadar distopik (“kıyamet sonrası”) bir gelecek vaat eden roman ve filmler ortaya saçılmamıştı. 2008 krizi bunu daha da artırmış görünüyor. Katastrofik bir gelecek öngörmeyen fütürist roman veya filmler neredeyse hiç ilgi çekmiyor. Süper kahramanlar da film stüdyoları arasındaki rekabetin yeni sınırlarını çizmeye başlıyor!

Acaba neden? İşsizlik artışından, kendi vasıflara uygun iş ve ortam bulamamaktan, bunun gençler arasında daha da büyük boyutlara ulaşması ve bunalımlara yol açmasından kaynaklanıyor olmasın? Bir “gerçeklerden kaçışı” ifade ediyor olmasın? Böyle bir dünyanın herkes için felaketle sonuçlanması beklentisi, bir “kendi kaderini genelleştirme/ yaygınlaştırma” duygusunu besliyor olmasın? 

Başka bir açıdan, eşitsizliklerin büyümesi karşısında, distopik bir dünyanın herkesi, salgın hastalıklar, zombiler dünyası, savaşlar, kuraklık, açlık, işsizlik-evsizlik, doğal/çevresel felaketler karşısında eşitleştirici etkisine özlem duyulmasından kaynaklanıyor olmasın? Veya tüketim çılgınlığına ve bugünkü koşullarda karşılanamayan tüketim özlemlerine bir yanıt olmasın? “Kıyamet” sonrasının kaotik dünyasında yeni bir mal üretilmiyor olsa da üretilmiş olan her mal (araba, ev vs) yeni güç dengelerine göre yeniden paylaştırılmaz veya bulanın olmaz mı? (Walking Dead vb).

***

Felaket sonrasının dünyasından uzaya kaçış da bilimkurgu romanlarının/filmlerinin popüler konularından. Ancak biz şu gerçekçi saptamayla sürdürelim: İnsanlığın dünyayı keşif yolculuğu, eğer Avrupa merkezli tarih açısından bakar ve kapitalist çağla başlatırsak, 15. yüzyıl sonundan 20. yüzyıl ortalarına kadar 4,5 yüzyıl sürdü. Derin deniz araştırmalarının ise henüz çok başlarındayız. 20. yüzyılın ortalarından sonra başlayan Güneş sisteminin fethi ise en azından 3. binyılın tamamını almaz mı?

Dış dünya kısıtlamaları (boşlukta seyahat, dünyadan atmosfer ötesine ağırlık taşımanın fiziki güçlükleri ve maliyetleri, uzayda henüz yeterli hızlara ulaşılamaması, fazla yüksek hızlara da insan anatomisinin uyum sağlama güçlükleri, insan ömrünün sınırlılığı, dış gezegenlere ve onların uydularına on yıllarca sürebilecek yolculuklarda güneş ışınlarının radyoaktif etkileri ve kas erimesi sorunları) ve üretici güçlerin henüz yeterince gelişmemişliğinin koyduğu kısıtlar göz önüne alındığında bu keşif döneminin, teknolojideki katlamalı artışlara rağmen, dünyanın fethinden iki kat daha fazla zaman alması beklenmemeli mi? Ama bu dönem zarfında güneş sistemi dışına bazı YZ veya sibernetik organizma unsurlarını taşıyan öncü taşıtların gönderilmesi de pekâlâ olasıdır…