Gabo’nun daktiloları
Yüzyıllık Yalnızlık dizisini romanın büyüsünün bozulmasından korktuğum için önyargıyla izlemeye başlamıştım. Korktuğum olmadı. Márquez’in, bilinen adıyla Gabo’nun dünyasına kendimi daha yakın hissettiğim bir yıl oldu.
Semiha DURAK / LONDRA
Gabriel García Márquez’in Kolombiya tarihine tuttuğu aynadan televizyon ekranlarına yansıyan ışık, şimdi bu karanlık yüzyılın “kalabalık yalnızlık” kavramıyla tanımlanmış günlerini aydınlatıyor.
Marquez’in sinema ya da televizyon uyarlamalarına sıcak bakmayan tutumuna rağmen, çocuklarının romanı Netflix’e teslim etmesine yönelik eleştirilerden etkilendiğim ve romanın büyüsünün bozulmasından korktuğum için diziyi biraz önyargıyla izlemeye başlamıştım. Ama korktuğum gibi olmadı, daha ilk karesiyle beni romanın büyülü dünyasının içine çekmeyi başardı. İzlerken, kelimelerin arasında, Macondo sokaklarında yürüyor gibiydim.
2024 yılı, Gabriel García Márquez’in, ya da Latin Amerika’da bilinen adıyla Gabo’nun, dünyasına kendimi daha yakın hissettiğim bir yıl oldu. Geçen yıl Mayıs ayında Kolombiya’ya yaptığım yolculuk, beni onun yazar kimliğini şekillendiren topraklarla, ilham aldığı kültürel dokuyla ve edebiyatının ardındaki büyünün kökleriyle buluşturdu. Bu eşsiz yolculuk, bir bakıma onun büyüsünün formülünü anlamaya çalışmak gibiydi. Ama en unutamadığım an, Kolombiya Ulusal Kütüphanesi’nde, Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanını yazdığı daktilo ile karşılaşmak oldu. Bir camekânın içinde, romanın ilk baskısı ve Márquez’in Nobel ödülünü aldığı törende giydiği takım elbise ile yan yana duruyordu.
TRAJEDİ VE SEVİNÇLER
Daktiloya yakından baktım; tuşları üzerinde silinmeye başlamış harflerden, Márquez’in sabahları saat beşte uyanarak saatlerce yazdığı günlerin ve parmaklarının izleri görülebiliyordu. Macondo sokaklarının bu tuşlarla inşa edildiğini, Buendía ailesinin trajedi ve sevinçleri üzerinden bir halkın, bir kıtanın ve insanlık tarihinin en görkemli destanlarından birinin bu daktilo ile sayfalara döküldüğünü düşünmek, bu karşılaşmayı daha da heyecan verici kılıyordu. Daktilolar, yapay zeka ve bilgisayarların ele geçirdiği bu dünyada pek bir şey ifade etmeyebilir. Ama bu gürültülü yazı makinaları, kitaplarını elimizden bırakamadığımız yazarların yaratıcı süreçlerinin ayrılmaz bir parçasıydılar. Sahipleriyle bütünleşen, değişen, eskiyen daktiloların da kendilerine özgü bir hikâyeleri var. Yazarların en mahrem anlarına, gürültülü ama sessizce tanıklık eden…
Márquez, şu an Bogotá’daki kütüphanede, camekân içinde sergilenen bu daktiloyu aldığında, Amerikan yapımı Smith-Corona marka daktilonun İspanyolca’ya özgü “Ñ” tuşu yoktu. Yüzyıllık Yalnızlık romanını yazmaya başlamadan önce ilk yaptığı şey anadilinin ayrılmaz bir parçası olan bu harfi daktiloya ekletmek oldu. Çünkü bu harf olmadan ne yüzyıl (Cien Años), ne yarın (Mañana), ne de rüya (Soñar)- bu kelimelerin hiçbirini yazmasının imkanı yoktu. Kimbilir, belki de sihir bu tuştaydı; bir dokunuşla kendi dilini, kendi edebiyatını yaratmayı başardı. Aslında yazmaya bu romanla değil, çok daha önceki yıllarda başlamıştı. Smith Corona marka daktilo Márquez’in hayatına 1960’lı yıllarda girdi. Bu yüzden, bir başka daktilonun, Márquez’in hayatını değiştiren, onun ilk daktilolarından birinin hikâyesine bir yolculuk yapmak, Macondo’yu gercekten anlamak icin güzel bir başlangıç olabilir. Çünkü bu daktilo sıradan bir nesne olmanın çok ötesinde, hem Márquez’in kişisel dönüşümü hem de Kolombiya’nın tarihiyle iç içe geçiyor.
9 Nisan 1948’in güzel bir bahar sabahında, sakin görünen Bogota sokakları, az sonra tarihin en kanlı ve kaotik olaylarından birine tanıklık edecekti. Kolombiya’da radikal değişimin umudu olan Jorge Eliécer Gaitán, öğle yemeği için arkadaşlarıyla Hotel Continental’e doğru yürüyordu. Halkın sevgilisi olan bu karizmatik lider, toplumsal eşitsizlikleri sona erdirmek ve yoksul kesimleri temsil eden bir hükümet kurmak için güçlü bir adım atmaya hazırlanıyordu. Ama birazdan duyulacak kurşun sesleri, Bogotá’yı yıllar sürecek bir kaos ortamına sürükleyecekti.
UMUDUN SEMBOLÜ
Gaitán, sokakta karşısına çıkan 20 yaşındaki Juan Roa Sierra tarafından göğsünden ve yüzünden vurularak yere yığıldı. Onun ölüm haberini alan halk öfkeyle sokaklara döküldü. Gaitán’ın ölümü, El Bogotazo olarak bilinen olayları başlattı. Halk, sokaklara akın ederek hükümet binalarını, dükkanları ve kiliseleri ateşe verdi. İki gün süren bu kaos sırasında 3 binden fazla insan hayatını kaybetti, şehir harabeye döndü. Bu olay, yalnızca Bogotá’yı değil, tüm Kolombiya’yı yıllarca sürecek bir iç savaş döngüsüne sürükledi.
Gaitán, bu şiddet döngüsünün değil, aslında bir devrimin, umudun sembolüydü. Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanında önemli bir yer tutan, muz işçilerinin katledildiği Ciénaga Katliamı sonrasında, genç bir hukukçu olarak senatoda cesur bir konuşma yapmış ve öldürülen bir çocuğun kafatasını göstererek adaletsizliğe meydan okumuştu. Halk, onun adil bir lider olarak ülkeyi değiştirebileceğine inanıyordu. Liberal Parti lideri olarak yaklaşan başkanlık seçimlerinin en güçlü adayıydı. Ancak bütün bu umutlar, Bogotá sokaklarına kanla yazılmış bu trajediyle son buldu. Olay günü, Bogotá’da genç bir hukuk öğrencisi olan Gabriel García Márquez, yalnızca birkaç blok ötedeki evinde öğle yemeği yiyordu. Sokaktan yükselen bağırışları duydu ve ne olduğunu anlamak için dışarı çıktı. Olay yerine vardığında, Gaitán’ın cesedi bir arabaya yüklenmiş, suikastçı öldürülmüştü.
Bir anda kendini bir kaos ortamında bulan Marquez, telaş içinde evine koştu. Sokağının köşesine geldiğinde, yaşadığı binanın ateşe verildiğini gördü. O günlerde yazmaya başladığı ilk yazılarını yangında kaybeden Márquez’in aklında tek bir şey vardı: bir süre önce, aynı mahallede bulunan rehin dükkânına bıraktığı daktilosu. Hemen dükkana koştu ve daktilosuna ulaşıp hâlâ sağlam olduğunu gördüğünde bütün hayatını değiştirecek o kararı verdi. Bogotá’daki hukuk eğitimini yarıda bırakarak Karayip kıyılarındaki Cartagena’ya gitti ve gazeteci olarak çalışmaya başladı.
GAITAN’IN ÖLÜMÜ
Gaitan’in öldürüldüğü gün, Bogotá sokaklarında bir başka hukuk öğrencisi daha vardı: Fidel Castro. Küba’dan gelen bu genç lider adayı, Gaitán’la iki gün önce tanışmış ve onun radikal duruşundan etkilenmişti. Olay günü arkadaşlarıyla birlikte, Gaitán’la görüşmek icin onun ofisine doğru ilerlerken insanların çığlıklarını duydu: “Gaitán’ı öldürdüler!” 9 Nisan 1948, Castro’nun da hayatını değiştiren bir tarih oldu. El Bogotazo sırasında halkın direnişine katılan Castro’nun yıllar sonra, 1953’te şehir ayaklanması yerine gerilla savaşını tercih etmesinde Bogotá’daki olayların etkisi olduğu düşünülüyor.
İlk kez, 1959’da, Havana’da yolları kesişen Castro ve Márquez, El Bogotazo’yu konuştular. Birbirlerinden habersiz, ikisinin de aynı kaosun ortasında birbirlerine bu kadar yakın olmalarına şaşırdılar. Castro, o güne ait bir anısını Gabo’ya anlattı: “Sokakta bir adam gördüm; elindeki daktiloyu yerden yere vurup parçalara ayırışını izledim. Kaos kelimesinin benim için tanımı işte bu görüntü oldu,” Márquez gülümsedi ve şöyle dedi; “Fidel, o adam bendim.”
Eğer gerçekten o adam Márquez olsaydı, belki de Fidel’le o gün tanışacaklar, Yüzyıllık Yalnızlık romanı başka türlü yazılacak ya da kim bilir, belki de hiç yazılmayacak, Márquez de, biz de bambaşka bir hikâyenin içinde kendimizi bulacaktık.