Google Play Store
App Store

Kavga etmek için bahane arayan toplum, şimdi de bir TV dizisi yüzünden kapışıyor. TRT’nin dijital platformu için yaptırılan Gassal’in yayımlanmasından birkaç hafta önce sokakları kaplayan afişlerdeki “Ölünce beni kim yıkayacak?” sorusuyla başlayan tuhaf bir dindar-seküler tartışması dönüyor ortalıkta.

“Ölünce beni kim yıkayacak?” yazılı siyah afişler epey kışkırtıcıydı. Aslında diziyi izlediğinizde bunun hiç de dinsel bir anlatı olmadığını, bir ölü yıkayıcının varoluşsal bunalımlarıyla ilgili olduğunu, hatta ölüme dair dinsel ritüellerin epey mizah potansiyeli taşıdığını görüyorsunuz.  Ama tarikatların, cemaatlerin, din adamlarının her gün yeni bir rezalet haberi veya hastalıklı bir söylemle gündeme geldiği bir dönemde sokakları böyle donatmak, ölü yıkayıcılar din adamı bile olmadığı halde “Siz, ey seküler/laik kesim! Öldüğünüzde yine bize muhtaç olacaksınız.” gibi kavgacı bir söylem yaratıyor.

Böyle bir algı oluşmasında, RTE’nin fırsat buldukça bu konuya vurgu yapmasının etkisi büyüktür. 29 Eylül 2017’de Fatih’te, kendi adı verilen bir imam-hatip lisesinin açılışında şunları söylemiş örneğin: “Tek parti CHP’sinin derdi bizim bildiğimiz anlamda imam hatipler açmak değil, cenaze namazı kıldırmayı bilecek kadar dini bilgiye sahip kişilerin yetiştirilmesiydi. Cenaze yıkayacak imam yoktu. Türkiye o hale gelmişti. Cenazelerimiz ortada kalıyordu. İşte onun için cenaze yıkayıcısı yetiştirilsin diye böyle bir adım atıldı. Tek parti döneminde köklü dini kurumların kapısına kilit vuruldu. Milletimiz bırakınız Kuran-ı Kerim eğitimi, cenazesinin ortada kalacağından korkmaya başlamıştı.”

***

Batı ve Doğu uygarlıklarını birbirinden ayıran unsurların başında, yaşam ve ölümle kurdukları ilişki biçemi gelir. Bir yanda yaşam içgüdüsü, diğer yanda ölüm korkusu...

Yaşam içgüdüsü sanatsal-düşünsel uygarlığı geliştirirken, ölüm korkusu toplumların tarihini dinsel düşünceler üstünden biçimlendirdi. İlki hümanist düşünceyi beslerken ikincisi totaliter yapıları meşrulaştırdı.

Batı, yüzünü yaşama içgüdüsüne (Eros’a) çevirirken ölümü evcilleştirmeye, giderek gizlemeye yönelik bir tavır sergiledi. Bugün cenaze evlerinin temel işlevi, ölünün üzerinden tüm ölüm izlerini silmektir. Bunun için geliştirilmiş özel aletlerle beden üstünde detaylı bir çalışma yapılır: Yarı açık durmaması için göz kapakları yapıştırılır, ağız açılmasın diye dudaklar dikilir, post-mortem (ölüm sonrası) morarma ve kararmalar makyajla kapatılır vs. Yaşayanların gözlerinden uzakta yapılan bu işlemlerin ardından güzel bir kıyafet giydirilerek ‘ceset’liği tamamen ortadan kaldırılan beden, nihayet yakınları tarafından uğurlanmak üzere içi satenle kaplı şık bir tabuta yatırılır. Ölü değil de uyuyan biri gibidir artık.

Bu bedenin gömülmesi de ölümü görünmezleştirecek biçimde tasarlanır: Tabut mezara özel bir vinçle indirilir, herkes çiçeğini tabutun üstüne atıp gittikten sonra mezarlık görevlileri mezarı toprakla doldurur. Açık büfe bir cenaze yemeğinden sonra hayat olağan akışıyla devam eder.

Doğunun yüzünü ölüme (Thanatos’a) çeviren toplumları bunun tam tersini yaptı, ölüm olgusunun ürkütücü, çirkin ve hoyrat yanlarını gizlemeye hiç gerek görmedi. Bugün Türkiye’de, evinde bembeyaz bir çarşafın altında yatan bedenin üstüne konan o bıçağı görmeden büyümüş çok az insan vardır herhalde. Ceset, acı ağıt ve ağlamalar eşliğinde beklediği yerden alınıp yıkanmaya götürülür. Bedenin dinsel kurallara göre yıkanıp kefenlenmesi sırasında, genellikle ölünün bir yakını da gasilhaneye girer. Kefenleme denilen iş, bedenin giydirilmesinden epey farklı biçimde, cesedin beyaz kumaşa sarılıp üç noktadan (baş, ayak, göbek) sıkı sıkı bağlanması, diri değil ölü olduğunu vurgulayacak biçimde ‘paketlenme’sidir.

Tabutun işlevi taşıma ile sınırlıdır. Mezar başında hoca çoğu kişinin anlamını bilmediği Arapça duaları hızla okurken, cesedi tabuttan çıkarıp mezara yerleştirmek için hummalı bir çalışma başlar. Bunu mümkün olduğunca ölünün yakınları yapar -“kendi elimle toprağa verdim”... Ardından mezarı kapatmak için de hızlı bir çalışma yapılır, kürekler elden ele geçer. Cenaze töreninin belki de yaşama en yakın olduğu andır bu; sanki herkesin acelesi varmış, ‘rahmetli’yi ölüler alemine hızla gönderip gitmeleri gerekiyormuş gibidir.

***

Eros’la Thanatos arasındaki gerilim, gündelik yaşamın her alanına sızmıştır. Doğu toplumlarında, batıda kolay kolay göremeyeceğiniz bir ölüm sevdası ve övgüsü görülür: “Ölmeye! Ölmeye! Ölmeye geldik!”, “Seni sevmeyen ölsün!”, “Pazara kadar değil, mezara kadar!”, “Ya benimsin ya kara toprağın!” gibi sloganlar bu topraklarda en popüler sevgi ifadelerinin başında gelir.

Ama biraz yakından baktığınızda, bu ‘thanatik’ (ölümperest) ve ‘nekrofilik’ (ölüsevici) yaklaşımın, aslında ‘gece mezarlık civarından geçerken ıslık çalma’ davranışına denk düştüğünü de görebilirsiniz.

Gassal dizisinin bu ıslık çalma girişimine ne kadar destek, ne kadar köstek olduğunu tartışmaya devam edeceğiz.