Google Play Store
App Store

İnsanlık bir kez daha öldü. Vicdan öldü. Hukuk öldü. Ama onlar yaşıyor. İşte bu gaddarlık tarihinin yeniden yazılmasıdır. Yani Soma’da işçiler önce 13 Mayıs 2014’te öldürüldü. Sonra Yargıtay’da üye değişimleri sonrası 30 Eylül 2020’de bir kez daha öldürüldüler. Böyle olunca Amasra da oldu, İliç de oldu. Ve bu anlayış ülkeye hükmettikçe bir yerde duracak gibi de değil.

Gazeteci Mustafa Hoş: İnsanlık bir kez daha öldü

Esat Aydın

Nihayet 31 Mart’ta bir çıkış yolu belirmeden önce Türkiye, son dönemde bir labirentin içine hapsolmuş gibi çeşitli sosyal, ekonomik ve siyasal çıkmazlarla karşı karşıya kalmıştı. Kuşkusuz bu labirentin başlangıcında Soma da, yaşanacakların ipuçlarını gösteren bir mezar simgesi hale gelmişti.

Bu katliam, bir kazadan çok, ülkenin gideceği karanlık koridorları, adaletin karşısına dikilen devasa duvarları gösteriyordu. Soma ve sonrasında yaşanan her şey, hayatlarımız üzerindeki adaletsizlik ve eşitsizliği betonlaştırarak daha da güçlendirdi.

Davanın 10 yıllık seyri, ihlallerin kara deliği oldu ve denetimlerdeki eksikliklerle, ihmaller ve keyfilikle, benzeri felaketlerin yaşanmasına da olanak tanıdı. Ermenek, Amasra, İliç… bunlardan sadece birkaçıydı.

Eğitimde dinselleşme ve piyasalaşma ise labirentte sıkça tartışılan başka bir çıkmaza dönüştü.

Öğrencisine “maarif”, öğretmene mülakat, halka tarikat dayatan, iktidarın eğitim sisteminde, dini ağırlığın artması, okullardaki dinsel işaretlerin yükselmesi, siyasal İslamın “ideolojik-kavramsal-anlamsal çekirdeğinin” yüklenmesi ve eğitimin ticarileşmesi; sadece eğitimin değil geleceğimizin de pusulasını sarstı.

Bu karmaşık durum, laik, adil ve eşitlikçi bir eğitim sistemi için alanı daralttı, atılan adımların birçok tarikat ve cemaatin çamurlu sularıyla engellenmesine yol açtı.

Siyasi arenada 31 Mart sonrasının yeni anayasa tartışmaları ise, labirentin merkezindeki anahtar gibi duruyor şu an.

Ancak Türkiye'de siyasi kavgaların müzakere, mücadele, yumuşama, normalleşme mefhumları ve yeni anayasa sürecinin de etrafında oluşması, geleceğe dair görünümü şimdilik biraz belirsizleştiriyor.

Şimdi bu koşullar altında, AKP’nin bu ideolojik labirentinde çıkış yolunu bulmak için cesaret, kararlılık ve dayanışma gerekiyor.

Üç başlıktaki sorularımızın bu haftaki cevap anahtarı Gazeteci Mustafa Hoş…

Soma davası 10. yılında, 10 yıllık bir hukuksuzluğun üzerinden Amasra’dan İliç’e onlarca katliam daha oldu… 

Soma’da 10. yılında 2. adalet arayışı da 12 Eylül’e ertelendi. Soma, İliç gibi gündemlerde iktidarın ve şirketlerin sorumluluklarına ilişkin yasal düzenlemeler üzerine düşünceleriniz görüşleriniz nelerdir? 

Yargı sisteminin bu tür davalardaki rolü nedir, bundan sonra nasıl güçlendirilebilir? 

Soma, Türkiye tarihinin en çok ölümlü iş kazası olarak tarihte yerini aldı ama bu bir iş kazası değildi. Büyük bir katliamdı. Katliamdı çünkü göz göre göre gelen ihmal vardı. İş güvenliği yerine daha çok kazanma hırsı ve açgözlülük vardı. 301 madenci ölüme götürüldü. Çok acayip değil mi? 301 insanın ölümünden sorumlusunuz ve yasal boşluklardan, siyasetin yargıdaki tahakkümünden faydalanıp kurtuluyorsunuz. Sonra da hayat devam ediyor. Bir insanı öldürmenin bile vicdan azabı varken 301 cana kıymışsınız ve hiçbir bedel ödemeden hayata devam ediyorsunuz. Bu gaddarlığı anlamam mümkün değil. Seri katillerde bile olmayan bir soğukkanlılık. Yargının soğukkanlılığı ise daha dehşet vericiydi. Ne yaptılar bir hatırlayalım.

Yargıtay 12. Ceza Dairesi, patron Can Gürkan'ın da aralarında bulunduğu dört sanığa olası kastla 301 kez öldürme ve 162 kez yaralama suçundan ceza verilmesine hükmetti. İhmal cinayetleri açısından bakıldığında içinde adalet olan bir karardı. Ama sonra ne oldu? Hukuk tarihine kara bir leke olarak geçecek karara imza atıldı. 12. Ceza Dairesi'nin beş kişilik heyetinden üçü değişti. Daire, kendi kararını bozarak, “bilinçli taksirle ölüme” ve “yaralamaya neden olma” suçundan ceza verilmesini istedi.

İnsanlık bir kez daha öldü. Vicdan öldü. Hukuk öldü. Ama onlar yaşıyor. İşte bu gaddarlık tarihinin yeniden yazılmasıdır. Yani Soma’da işçiler önce 13 Mayıs 2014’te öldürüldü. Sonra Yargıtay’da üye değişimleri sonrası 30 Eylül 2020’de bir kez daha öldürüldüler. Böyle olunca Amasra da oldu, İliç de oldu. Ve bu anlayış ülkeye hükmettikçe bir yerde duracak gibi de değil.

Soma davası, Türkiye'nin iş kazaları ve iş güvenliği sorunlarına dair derinlemesine bir bakış sunuyor. Adaletin güçlenmesi için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini değerlendirebilir misiniz? 

İş kazası ki artık kaza değil çoğu cinayet, iş güvenliği, ülkenin sosyal kültürel ve ekonomik yapısından bağımsız değil ki. Unutuyoruz. Erdoğan’ın şamarı, müsteşarının tekmesi de farklı değildi. Cezasızlık ve imtiyazlılık hali hepimizi boğuyor. Akşam eve varan bugün de ölmedim diye dua edecek halde. Yaşamdan çok ölüme yakın hale getirildi ülke. “Çok güzel öldüler”, “Bu işin fıtratında var” anlayışı tamamen değişmeden düzelmesi de mümkün değil.

Sizinle konuşmak istediğim diğer bir başlık da eğitimde dinselleşme… Din eksenli eğitimin demokratik değerlere ve bilimsel düşünceye etkileri üzerine bir değerlendirme yapabilir misiniz? Sizce de toplumda ayrışmayı ve eşitsizliği tetikliyor ve eğitimde tarafsızlığa zarar vermiyor mu? 

Eğitimde dinselleşme demek tarikatların rolünün artması demektir. Tarikatlar Anayasa dışı kurumlar. Çünkü tekke ve zaviyeler 30 Kasım 1925’te kapatıldı. Şimdi fiilî bir durum yaratıldı. Önce sosyal hayata sonra da eğitime sızdılar. Hatta öyle ki eğitimde öncelik tarikatlar haline geldi. Şimdi de yasal kılıf uyduruluyor. Ama o yasal kılıf Anayasa’ya aykırı. Tam bir oksimoron ülkesi yapıldı Türkiye. Tarikatlar elinde binlerce çocuk esirken milli eğitimi de onlara uyduruyorlar. Eğitim Sen’in yaptığı bir araştırmada tuvalet duasını unuttuğu için altına işeyen çocuklar tespit edilmişti. Bu akıl dışı uygulamalarla ne bilimsel bir eğitim olur ne de çocuklara sağlıklı bir eğitim verilebilir. Türkiye’nin en temel sorunu eğitimdir. Fırsat eşitliği tamamen ortadan kaldırıldı. Eğer paranız yoksa tarikat kafasının hâkim olduğu bir eğitime çocuklar mecbur bırakılıyor. Aladağ’da tarikat yurdunda yanan çocuklar oranın milli eğitim müdürü tarafından tarikata gitmeye zorlanmıştı. Kaçak Ensar yurdunda çocuk tecavüzünün ortaya çıkmasından sonra yönetmelik değiştirildi. İlk ortaokulda eğitim gören çocuklar için özel yurt açılma olanağı sağlandı. Şimdi Fetö Fetö diyenler eğitimi tamamen Fethullahçılara devretmişti. Tarikat yurtlarında sabahtan akşama kadar Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı yapılıyor. Sadece tarikat yurtlarında değil Diyanet yurtlarında da aynı şey var. Erzurum’daki diyanet yurdunda hem çocuklara tecavüz edildi hem de çocuklara Atatürk posteri çerçevesi ile işkence yapıldı. Türkiye çocuklar için bir cehennem haline getirildi. Çocukların tarikatlardan ve tarikat kafasından kurtarılması gerekiyor. Muhalefetin ve toplumun önceliği bu olmalı. Yoksa hep söylediğim gibi hiçbir yerde okulda sırada sokakta kimsenin çocuğu güvende değil.

Türkiye'de eğitim alanında yaşanan dinselleşme ve piyasalaşma süreçlerinin etkilerini ve siyasal İslam’ın kavramlarıyla şekillenmiş yeni “maarif” konseptinin öğrenci yetiştirme süreci üzerindeki yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?  

Bir de eğitim kurumlarında ÇEDES ve benzeri protokollerle ortaya çıkan ideolojik ve dinsel yönlendirmelerin, eğitime olan etkilerini nasıl gözlemliyorsunuz?  

“Türkiye yüzyılı maarif modeli” tam adı bu. Türkiye yüzyılını seçim sürecinden biliyoruz. Tayyip Erdoğan AKP’sinin propaganda sloganıydı. Doğalgaz artık bedava olacak gibi.

Bugün Türkiye’de maarif ile çağdaş eğitim diyenler aynı amaçta bir araya gelemeyecek şekilde ayrışmıştır. Maarifçiler her fırsatta laik eğitime saldırmaktadır. Böyle bir ortamda müfredat denilen şey tamamen ideolojiktir. Az önce anlattım neler yaşandığını. Ya tarikat ya da özel okul arasına sıkışmış Türkiye’de eğitim kanayan bir yaradır.

Son olarak yeni anayasa tartışmalarının merkezinde yer alan mekanizmaları iktidarın öne sürdüğü görüşleri nasıl değerlendirirsiniz? Yeni bir yeni bir anayasa gerçekten ihtiyaç var mı? İktidarın yeni anayasa sürecindeki siyasi pozisyonu ve hedefleri hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Anayasa mahkemesinin kararına uymayacağını ve saygı duymadığını basın toplantısı ile ilan etmiş bir cumhurbaşkanı yönetiyor ülkeyi. En son Can Atalay için verilen karar uygulanmadı. Fiilî olarak Anayasa’ya karşı gelmiş bir iktidar var. Eldekine uymayan iktidar şimdi yeni Anayasa istiyor. Muhalefeti de peşine takmaya çalışıyor. Evet şu andaki Anayasa darbe Anayasasıdır ama olan bitene bakınca bu Anayasa iktidar anlayışından bile ileride duruyor. Herkes şöyle baksın. Elinizde 22 yıllık bir AKP tecrübesi var. Daha önce de 2 kez anayasa referandumu yapıldı. Verilen sözler ile uygulamalar nasıl oldu? Şimdi bütün bu verilere sahipken gerçekten demokratik ve çağın gereklerine uygun bir Anayasa istiyor olabilirler mi? Olacak iş mi? Olsa olsa bu Anayasa değişikliğinden Tayyip Erdoğan ve tarikatlar kazançlı çıkar.

Farklı siyasi aktörlerin tutumları ve iktidarın bu süreçteki siyasi pozisyonu hakkında ne düşünüyorsunuz? Numan Kurtulmuş'un da demeçlerinde belirttiği gibi, HDP’ye yönelik kapatma davaları devam ederken ve kayyum tehdidi hâlâ belediyelerin başında sallanırken, bir samimiyet sorunu olduğunu düşünüyor musunuz? 

Bu bağlamda DEM Partili Koçyiğit’in; “Bir şans verilmesi gerekiyor. AKP'ye değil, yeni bir anayasa yapma meselesine bir şans verilmesi, bunun ortamının zorlanması gerekiyor” sözlerini nasıl yorumlarsınız? 

Sanırım Heraklitos’a ait bir söz vardır. “Aynı nehirde iki kez yıkanamazsın” diye taa milattan önce 500’lü yıllarda söylenmiş. AKP’ye Anayasa için yeni bir şans vermeli diyen herkes aynı nehirde 2-3 kez yıkanmayı denemiş olacak. Dem geleneği AKP’yi çözüm sürecinde tanımamış demek ki. Yine aynı nehirde ikinci kez yıkanmaya kalkışıyor. Yeni Anayasa yeni bir iktidar ile ancak amacına ulaşabilir. 31 Mart sonuçlarına bakıldığında zaten halk Tayyip Erdoğan ve AKP’ye yeni bir Anayasa hakkı vermedi. Bence AKP’nin her Anayasa deyişinde “millet aç aç” denilmesi lazım.