Geçip giden zamanları bir yerlerde...

Duygu Ergün

Denizde, karada ve hatta havada kaybolabiliriz. Gürültüde kaybolabiliriz. Ya da sessizlikte…

Bu sözler, ‘Jack ve Kaybolan Zaman’ kitabının ana kahramanı Jack’e ait. Etrafındaki balıkçılar onun garip biri, hatta deli olduğunu söylüyor. Jack, ağına takılan balıkları denize geri bırakıyor, çokça pipo içip kitap okuyor ve tek bir şey için yaşıyor: Yıllar önce oğlu Julos’u yutan, sırt yüzgeci yaralı, gri balinayı bulmak.

Aylar ve mevsimler, günler ve geceler, büyüttüğümüz dertler ve küçük sevinçler yaşamımızın bütünüyle değiştiği an tanıştığımız ‘yoklukla’ anlamını yitirir. Jack için de böylesi bir yokluk bir sonbahar sabahında başlıyor. Dev bir balina, büyük bir sisin ve fırtınanın ortasında oğlu Julos’u yuttuğunda. İşte o andan sonra Jack, kimsenin hoşlanmadığı yalnız ve suskun bir denizciye dönüşerek teknesinde kayboluyor…

Stéphanie Lapointe’nin Çınar Yayınları tarafından yayımlanan ‘Jack ve Kaybolan Zaman’ adlı kitabı, Delphie Côté-Lacroix’in de eşsiz çizimleriyle, kayıp duygusu, geçen zaman ve sevgi üzerine dokunaklı bir hikâye sunuyor. Lapointe, meseleyi doğru kelimeler ve yalın cümlelerle anlatmayı başarıyor. Oğlunu kaybeden bir babanın günler, aylar ve yıllar içinde yaşadığı küçük ayrıntıları büyük bir çerçevede okura sunuyor. Jack’in ‘sıradan’ gibi görünen günlük alışkanlıkları üzerinden her gün deneyimlediği ‘kaybetme duygusuna ve bu duygunun üzerinde bıraktığı etkiye odaklanıyor. Her yaştan okurun ilgiyle okuyacağı bu kitabın ilk sayfasında bir gece yarısında küpeşteye konan bir martı ile piposunu tüttüren yaşlı Jack karşılıyor. Az sonra hikâyesini öğreneceğimiz bu adamı yalnız bırakmayan tek dostunun martı olduğunu hemen anlayıveriyoruz. Kitap boyunca resmedilen gökyüzünün rengi yer yer açsa da denizin hep karanlık ve bir sırra gebe olduğunu hissettiren bir tasvir var. Delphie Côté-Lacroix’in bu benzersiz çizimleri sayesinde umutsuzluk, bekleyiş, kalbi kararan bir insanın içine düştüğü girdap gibi soyut durumlar apaçık karşımızda duruyor. Hep mutlu olamaz insan, ya da bıraktığı bir anıya kaldığı yerden devam edemez. Kanadalı yazar, büyüdüğü coğrafyanın izlerini bu gerçeklikle hikâyenin ortasına yerleştiriyor.

Kaybolan bir evladın beklenmesi, geçip giden zamana rağmen umudun asla yitirilmemesi noktasında aklıma Cumartesi Anneleri geliyor. Cumartesi Anneleri nasıl ki bir soyut vicdan meselesi, bir üzüntü aracı değil de yıllarca süren bir ısrarsa, Jack’in de oğlunun kaybolduğunun on altıncı gününde onu bulmadan karaya dönmek istemeyip yıllarını denizde geçirmesi benzer bir ısrarın okuması olarak canlanıyor zihnimde. Sonunu aslında bildiği bekleyiş ummanında yalnızlaşıp bir yabancıya dönüşen Jack, oğlunu yutan o balinayı bulmayı onu hiç aramadan yaşamaya yeğ tutuyor. Tıpkı ana sütü gibi helal olan bir hak talebiyle yıllarca çocuklarını, babalarını, ağabeylerini arayanlar, bekleyenler gibi.

‘Jack ve Kaybolan Zaman’, geçip giden zamanlarımızı bir yerlerde bulmayı vaat etmiyor. Ancak her nerede kaybolduysak o zaman içindeki bize bir selam veriyor. Okuru, anlayanı bol olsun…

Stéphanie LapointeStéphanie Lapointe