Üzülerek uyarmak zorundayım ki, “Ödül Sezonu” denen şeye adım atmış bulunuyoruz. Hangi ödülü kim alacak diye tahmin etmeyi (ya da tahmin edilmesini), herhangi bir şeyin en iyi on tanesini seçmeyi (ya da seçilmesini) sevmiyorsanız, şimdiden geçmiş olsun derim. Sadece sinemayla ilgili kısmına bakacak olursak, içimize sinmeyen seçimler, popüler olana verilen tavizler bir yana, iyi bir tarafı da var: Geçen bütün bir film sezonunda gözünüzden kaçmış olabilecek filmleri, hatta “Pek Yakında yakınınızdaki bir sinemaya gelmeyecek filmler”i bu sayede görmeye çalışabilirsiniz.


Gerçi şimdilik ilgi konusu Emmy ödülleri ama, Oscar da, daha haziran ayı sonunda kendini hatırlattı. Guvernörler Ödül Töreni’nde onurlandırılacak üç kişi belli oldu: Peter Weir, Diane Warren, Euzhan Palcy. Jean Hersholt İnsancıllık Ödülü de Michael J. Fox’ a verildi. Aktör, kendisinin de parkinson hastalığıyla mücadele ettiği gibi hastalığa ilişkin araştırmalar yapılmasını savunuyor ve başka milyonlarca insan için geleceği iyileştirmeye çalışıyor. Diane Warren müziği ve şarkı sözleriyle filmlere duygu ve anlam katıyor, kendinden sonrakilere örnek oluyor. Aynı şey, uluslararası sinemadaki önemi inkâr edilmez öncü yönetmen Euzhan Palcy için de geçerli.

***

Ama hepsinin içinde beni en çok etkileyen, tekrar hatırlandığına en sevindiğim sinemacı, Avustralyalı yönetmen Peter Weir oldu. Gerçekten de hiç unutmadığım, gizilgüçlerini hâlâ hissettiğim “Picnic at Hanging Rock” (1975) başta olmak üzere, “The Last Wave”i (1977), şimdi bir TV dizisinde izlediğimiz (aslında bir vakittir izleyemediğimiz) Linda Hunt’a Oscar getiren “The Year of Living Dangerously”yi (1982) hasretle hatırlarım. Weir’e, En İyi Yönetmen dalında ilk adaylığı iki Oscar’lı ve Harrison Ford’a tek oyunculuk adaylığını getiren “Witness” (1986) ile gelmişti. Hiçbir zaman belli bir janra bağlı kalmadı. “Dead Poets Society” (1989 yönetmen), “Green Card” (1990, özgün senaryo), “The Truman Show” (1998, yönetmen) ve “Master and Commander: The Far Side of the World” (2003, yönetmen ve en iyi film). “Gallipoli/Gelibolu’yu da unutmamış olabilirsiniz (yaşınız tutuyorsa), sonra “Fearless”, “The Mosquito Coast”. Açıkçası, “kötü” denecek bir film olmayan, ama akıldan çıkmayan filmler yapan bir yönetmendir.

***

Sevdiğim Avustralyalı yönetmenlerden biridir de diyebilirim ama “Avustralyalı” faslı olmasa da onu gene çok severdim. Tıpkı İstanbul’a birkaç kez gelen Paul Cox gibi. Ama Avustralya ve Yeni Zelanda filmleriyle, hatta dizileriyle yakından ilgilendiğim bir video dönemi de geçirdim. Malumunuz, Sir Peter Jackson da Yeni Zelandalı. Ecelerimizden Jane Campion da öyle. İkisinin de özellikle ilk dönem filmlerini severim. Ama mesele ülke ya da cinsiyet değil elbette. Herhalde yaşımın da etkisiyle ve bayağı küçük yaştan beri sinemaya gittiğim /götürüldüğüm için zaman zaman özlediğim oyuncular, sinemacılar ve filmler oluyor. İnsan aynı anda her şeyin koleksiyonunu yapamadığı için hayli önce cazı tercih etmiş, filmlerimin sayısını azaltmıştım. Ama gözüm gibi baktığım çok iyi box’larım var. Sight and Sound’larım ve sinema kitaplarım da... İki-üç tane de koleksiyonlarına çok güvendiğim arkadaşım.

Aslında yapmak istediğim onlarca filmi üstüste izlemek değil. Peter Weir gibi filmlerinin özlemini çektiğim, hatta az daha unutacak olduğum eski dostları; ara ara yaptığım iyi oyuncu listelerinde yer alan ama star mertebesine çıkamadığı için ne yazık ki unutulan oyuncuları; kimi eski filmleri, “Yağmurdan Önce” ya da “La Haine” gibi modern klasikleri aklıma gelmişken kısacık da olsa yazıp paylaşmak istiyorum. Ama nerede? Doğrusu yıllardan beri spor yazıları konusunda çektiğim yersizlik sorununun sinemada da başıma geleceğini sanmazdım. Olsun, azmin elinden bir şey kurtulmaz.