Geçmişten geleceğe
İstanbul Tiyatro Festivali’nin başyapıtı “III. Richard” ve Uluslararası Suç ve Ceza Filmleri Festivali programında yer alan pek çok yapıt tarih boyunca diktatörlerin yükseliş ve yıkılışına tanıklık ediyor. Kimi bu yapıtların sözünü seyirciye aktarırken yaratıcı çözümlere başvuruluyor.
Sanat tarihe tanıklığını sürdürüyor. Sinemalarımızda gösterilen “Gladyatör II”nin büyük bir ilgi görmesi boşuna değil. Roma İmparatorlarının zulmüne isyan eden kahraman Maximus’la gönül bağı kuran (belki de kendi yaşamında gerçekleştiremediği direnişi bu filmde bulan) izleyici, şimdi de Maximus’un oğlu Lucius’un mücadelesi ile özdeşleşiyor. Tıpkı babası gibi esir düşüp, gladyatörlükten başka seçeneği kalmayan Lucius yozlaşmış Roma’nın egemenlerine karşı dövüşüyor. Ridley Scott’un 22 yıl arayla yaptığı bu iki filmin direniş ve dayanışma ruhunu güçlendiren bir boyuta sahip olduğunu düşünebilirsiniz ya da isyan duygularını köpürtüp, boşaltmaya yarayan bir duygu sömürüsü olarak da değerlendirebilirsiniz. Bana kalırsa, ikisi de aşırıya kaçan yorumlar. Sonuçta, bir Hollywood yapımı var karşımızda, kötülere karşı iyileri savunan.
Zalim hükümdarların öyküsünü anlatırken özdeşleşmeye yaslanmayan yaratıcılar da var elbet. Tiyatro sanatı bu anlamda sinemaya oranla daha zengin. Tarihi gerçeklerden yola çıkan yazar ve yönetmenler duygulardan çok zihinlere hitap eden, yabancılaştırma ögeleri içeren yapıtlarla geçmiş ile bugün arasında bağlar kurarak, günümüzün zorba yönetimlerine göndermeler yapıyor. Kimi yönetmen, kaynaklandığı yapıtın özünü-sözünü aktarma kaygısından uzak ve biçimsel arayışlardan öteye geçemeyen uyarlamaları ile dikkat çekmeye çalışırken, kimi bu yapıtların sözünü günümüz seyircine aktarma hedefinden şaşmaksızın yaratıcı çözümlere ulaşma başarısını gösteriyor.
İKSV’nin 28. İstanbul Tiyatro Festivali, ülkemizin en önemli uluslararası tiyatro etkinliği hiç kuşkusuz. Bu yıl çok az oyun izleyebildim festivalde. Mehmet Birkiye’nin Tolstoy’un yapıtından uyarladığı Kocaeli Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı “Savaş ve Barış”ını, Marin Sorescu Ulusal Tiyatrosunun “Hamlet”ini izleyemedim ne yazık ki. Sırbistan Ulusal Tiyatrosu’nun “Macbeth”ini izledim, ama Shakespeare’in bu ölümsüz yapıtını kaotik bir sirk gösterisine dönüştürmenin anlamını çözemedim. Tiyatro CİRCA’nın Henrik Ibsen uyarlaması “Nora (Bir Bebek Evi)”, erkek egemen toplumun değerlerine başkaldıran 19. yüzyılın cesur yazarına yakışan bir yalınlık içinde yorumlanmıştı. Tiyatro sahnesinde olduğu kadar sinemada da başarılı işleri ile tanıdığımız yönetmen Selin Şenköken ve oyuncular Tuğçe Altuğ ile Deniz Celiloğlu’nu kutluyor, festivalde izleyememiş olan tiyatro tutkunlarına oyunu mevsim içinde farklı sahnelerde izleyebileceklerini duyurmak istiyorum. Tiyatromuza özgün çalışmalar ile damgasını vuran Şahika Tekand’ın Aristofanes, Beckett, Ionesco gibi klasik ve çağdaş komedi ustalarına göndermeler içeren “Ölüyor mu Ne?” adlı oyunu ise izleyemediğim için hayıflandığım, mevsim içinde yakalamaya çalışacağım oyunların başında geliyor.
Festivalin başyapıtı, Berlin’in ünlü tiyatrosu Schaubühne’nin yöneticisi Thomas Ostermeier’in sahnelediği “III. Ricahrd” idi. İnsanın derinliklerindeki kötülüğü ve iktidar hırsını konu alan Shakespeare’in yapıtını komedi ile trajediyi harmanlayan çarpıcı bir yorumla sahnelemiş Ostermeier. Oyunun kahramanını sakatlığına karşın yaşam sevinci ile dolu bir genç olarak tanıtıyor; duygusal bir bağ kuruyor seyirci ile Richard arasında. Ve seyirciyi işlenen cinayetlerin suç ortağı yapıveriyor. Finaldeki savaş sahnesinde yapayalnız kalan Richard “Krallığım feda olsun bir ata” diye yalvarıyor ama nafile… Klasikleri yorumlamakta Ostermeier’ın üstüne kimse tanımam. Tabii bir de, bu yorumu taşıyabilecek Lars Eidinger gibi olağanüstü bir oyuncu gerekiyor.
BEYAZPERDEDE SUÇ VE CEZA
Sahneden perdeye dönelim… İstanbul’da 14’ncüsü düzenlenen “Uluslararası Suç ve Ceza Filmleri Festivali”nde “III. Richard”ın öyküsünü anımsatan gerçek öyküler izleyebilirsiniz. Suç, ceza ve adalet kavramlarının beyazperdede yansımasına odaklanan bu tematik festival yoğun bir akademik programla destekleniyor. Alin Taşçıyan’ın hazırladığı seçkide dünya sinemalarından önemli filmler yer alıyor. Uluslararası Altın Terazi Uzun Metraj Film Yarışmasında ülkemizden iki film var: yakın tarihimizin karanlık bir noktasını -15 Temmuz’u- güç çatışmasında piyon olarak kullanılan bireyler açısından yorumlayan Türker Süer’in “Gecenin Kıyısı” ve hafızası yasaklar ve kayıplarla örülü Kürt coğrafyasından etkileyici bir öykü anlatan Mehmet Ali Konar’ın “Ceviz Yaprakları Sarardığında”.
Orson Welles’in “Dava” filmi ile açılan festivalde kurmaca, belgesel ve hibrit yapımlar bir arada. İran’da kadınların mücadelesini kişisel yaşamının penceresinden aktaran Farhnaz Sharifi’in “Çalınan Gezegenim”i yarışmanın en iyilerinden biri. Kadının özgürlük mücadelesi “Boşluktaki Bedenler” ve “Hayallerin Eşiği” filmlerinin de ana teması. Hint filmi “Santosh” kast sistemini ve bir kız çocuğunun öldürülmesini, Jonathan Millet’in “Hayaletler”i işkencecisinin peşine düşen bir adamın öyküsünü, Boris Lojkine’in “Süleyman’ın Hikayesi” göçmen işçiler ve emek sömürüsünü, “Üç Siyah Işık Gördüm” Kolombiya’da devlet şiddetinin yol açtığı korku ve yıkımı anlatıyor.
Festivalin yarışma dışı bölümlerinde, dünyanın dört bir yanında iktidarlarını sürdürmek adına propaganda makineleri ile kitleleri kandıran diktatörlerin öyküleri var. Filipinlerdeki son seçim kampanyasına tanıklık eden ve dürüst kadın aday Leni Robredo’nun yenilgisi, kanlı diktatör Ferdinand Marcos’un oğlu Bongbong Marcos’un başkanı seçilmesini anlatan belgesel “İşte Böyle Başlıyor”, Belarus’da vatana ihanet suçlamasıyla hapse mahkum edilen bir gazetecinin öyküsü “Kurşuni Gökyüzü Altında”, Kamb+oçya’da Kızıl Kmer’lerin yaptığı soykırımı konu alan“Pol Pot ile Buluşma” festivalin ‘4.Kuvvet Direniyor’ adlı bölümünün öne çıkan filmleri… Hepsi de ibret alınması gereken yapıtlar.