Hizbullah kurbanlarının avukatı Yaşar Altürk'ün geçen haftaki açıklamalarını okumuşsunuzdur: "Hizbullah şeffaf bir örgüttür. Neden mi şeffaf diyorum. Hizbullah yaptıkları tüm işleri, işledikleri tüm cinayetleri kayıt altına alıyordu. Bu görüntüleri Beykoz’da bulunan örgütün lideri Hüseyin Velioğlu’na gönderiyordu" 

Bu satırları okurken, istemsizce Edward Lee'nin The Television (2022) adlı romanının açılışındaki iğrenç sahneyi anımsadım. Eldred Farthing adlı ihtiyar, eski bir tüplü televizyonun ekranına bakarak mastürbasyon yapmaktadır. O sırada ekranda, kepçeyle toplu mezarlara gömülen soykırım kurbanlarının, faşist askerlerin tecavüz ettiği ölü kızların görüntüleri akmaktadır. 

Roman, insanın insana ettiği zulmün iktidar sahipleri arasında nasıl bir şehvet nesnesine dönüştüğünü ve nasıl bir tarikat kurmalarına yol açtığını anlatıyor. Ama Edward Lee gibi bir 'aşırı-korku' (extreme horror) yazarının anlatısında bile insanı dehşete düşüren bir 'ölüsevicilik' (nekrofili) örneği bu. 

Peki gerçek dünyada Hüseyin Velioğlu adlı katil, kendisine gönderilen işkence ve ölüm videolarını izlerken neler düşünüyordu acaba? Bu kadar 'ölüsevici' bir örgütün lideri olarak, ekrandaki görüntüler karşısında nasıl duygular yaşıyordu? Avukat Altürk'ün sözlerine bakılırsa, seyirci kim olursa olsun, bu görüntüleri herhangi bir duygu hissetmeden izlemesi olanaksız: “Biz Hizbullah’ın cinayet videolarını duruşmalarda izledik. Hatta sorguladıkları kişileri de videoya alıyordu. Biz bunları da duruşma salonunda izledik. Korkunçtu. Hâkimler de dâhil zaman zaman sırtımızı döndük, zaman zaman ben dışarı çıktım bu görüntüleri izlerken."

Kimi böyle bir zulmü kafasında anlamlı bir yere oturtamadığı için şaşkınlıkla karışık bir dehşet içinde, kimi gözlerini ekrandan kaçırarak, kimi mide bulantısı ve yürek sıkışmasıyla, belki kimileri de sapkınca bir hazla... Sonuçta, herhangi bir şey hissetmeden izlemenin imkansız olduğu görüntüleri Velioğlu nasıl seyrediyordu acaba?

Bu sorunun yanıtı, artık AKP'nin iktidar ortağı olan ve bu görüntüler üzerine oturttuğu tarihine ilişkin hiçbir şeyi olumsuzlamayan Hüdapar'ın gelecek tasarımını da görünür kılacak.

***

Bu yılın başlarında, kadın düşmanı ve teknofobik bir filmden söz ederken şöyle bir cümle kurmuştum: “Bu tür anlatılar, benim gibi ‘ilerlemeci tarih’ anlayışına sahip insanlar için daha da feci bir şeye dönüşüyor; 21. yüzyılın dünyasında hâlâ böyle senaryolar yazılabiliyor olmasının yarattığı o düş kırıklığı…”

Richard Dawkins'in bu tarih anlayışına dair şöyle güzel bir tanımı var: “Bazılarımız değişen ahlaki anlayışın ilerleyen dalgasının bir parça gerisinde kalırız, bazılarımız ise biraz daha ilerideyizdir. Fakat çoğumuz 21. yüzyılda birbirimize çok yakınız ve Ortaçağdaki veya İbrahim’in zamanındaki ve hatta 1920’ler gibi yakın bir tarihteki emsallerimizden çok öndeyiz. Bütün dalga ilerlemeye devam ediyor ve bir önceki yüzyılın önderleri bile (...) kendilerini sonraki yüzyılın geride kalmışlarından daha geride bulurlar. Tabii ki ilerleme düzgün bir yokuş değil aksine kıvrımlı bir testere dişidir. Yerel ve geçici gerilemeler olur, tıpkı ABD’nin 2000’lerin başında kendi hükümeti dolayısıyla zarar görmesi gibi. Fakat daha uzun bir zaman ölçeğinde ilerleyiş yönündeki gidişat geri döndürülemezdir ve devam edecektir.” (Tanrı Yanılgısı, Kuzey Yay., s.260)

Bu aptalca bir iyimserlik değil. Burada, zamanın akış yönünün hep geleceğe ve ileriye doğru olmasından yola çıkan, bu sırada insanlık tarihindeki diyalektik iniş-çıkışların yol açtığı hız dalgalanmalarını da gözardı etmeyen nesnel bir bakış var. Bu 'gelecek' ve 'ileri', mutlaka iyi ve güzel anlamına gelmiyor. Öyle olsa, bugün Taliban, Boko Haram, IŞİD, Hizbullah gibi anakronik karanlıklardan söz etmezdik. Öyle olsa, 29 Mayıs sabahı için endişelenmemize de gerek kalmazdı. Öyle olsa, siz böyle bir yazı okumazdınız. 

Ama bu gerçeklik, gelecek ve ilerinin olumlu potansiyelini görmemize, göremiyorsak bile üstüne düşünmemize, mantıklı bir düşünce zinciri oluşturamıyorsak bile o potansiyele dair hayal kurmamıza engel olmamalı...