Hayatın zorluk seviyesi en zorda yaşanabildiği ülkelerden biriyiz. Hiç öyle kafamızı sağa sola çevirerek, ya da başımızdakiler gibi kuma gömerek bu durumdan kurtulabileceğinizi düşünmeyin. Gerek ekonomik olarak sürünüyoruz, gerek eğitimsizlikten sürünüyoruz, gerekse bilim kurullarının başına hayvanat bahçesi müdürü getirmeden kaynaklanan bir kalitesizlikten yerlerde sürünüyoruz. Başımızdakilerin ise kaliteden anladıkları tek şey, “Daha büyüğü yok mu?”... Konvoysa, sonu gelmeyecek 100 araçlık konvoy olsun, bizi daha kaliteli gösterir. Tepeden helikopter uçuralım, yanında kirpi de olsun. Sağlık mı? Bütün hastaneleri bir araya getirelim, dev bir hastane yapalım, en süperi olsun. İdari merkez mi? Ofis olmaz, tüm ofisleri bir araya getirelim, yok daha güzeli var. Orman keselim ki zenginliğimiz belli olsun. Dünyada ormanlarına, ağaçlarına bizimki kadar hunharca davranan başka bir ülke olsa olsa, Güney Amerika’da vardır. Çok zenginmişiz gibi ormanlarımızı keselim, oraya da dev bir saray dikelim. Soran olursa “Burası halkın sarayı” deriz. Zaten önünden geçen halkı da 200 metre uzaktan selamladık mı oldu bitti…

Cahilliğin saltanatının sonuna geldiğimi şu ikili aylarda, ülkece artık yeni kavramsal bir “kurtuluş” çabası içindeyiz. En olmaz partiler bile bir araya geliyor, artık ortak akıldan o kadar uzaktayız ki, bir araya gelen partilerin bile fazla tartışmasına gerek olmayan insani değerler üzerinde konuşuluyor. Diğer taraf ise iyice son kartlarını oynuyor. Radikal dinci gruplardan, adı bile duyulmamış, son dakikada “Biz de sakalımızı yaparız” belki diye pragmatik yaklaşan azınlıklara el sallıyor. Daha geçtiğimiz gün toplanan 115 milyar lira deprem yardımını ardından, büyük admin çıkıp “Hiçbir eksiğimiz yok, süper şekilde çözdük bu deprem olayını” diyebiliyor, ondan bir gün sonra da akut saç yoksunluğu çeken bir bakan “Deprem bölgesine kahvaltılık yollayın” diyebiliyor. Gerçekten de her şeyi çok iyi düşünmüşsünüz.

Tabii bu kadar güçlü olunca haliyle sanrılar ve Tansu Çiller’in de dediği gibi “halusi”lazyonlar da devreye giriyor. Yalancılığın birinci kuralı önce yalana kendinden başlamaktır. İyi bir yalancı, yalanı ilk olarak kendisine söyler ve kendisini kandırır. Kendinizi kandırdıktan sonra ise davanıza bakabilirsiniz. İnanmak çok önemli.

Şu korkunç zamanları hayatta kalarak atlatabilirsek, sonrasında yaşadığımız karanlığın içine bakmayı çok istiyorum. Neler kaçırılmış, neler ülkeye gizli gizli sokulmuş, çürümenin hangi aşamasında kilit noktalarda kimler varmış. Kim pişirmiş, kim yemiş, kim zehirlemiş… Zaten az çok ortada olan ama denetimsizlik ve adaletsizlikten paramparça olmuş gerçekler zamanla teker teker ortaya çıkmalı.

Artık bu ülkenin herhangi bir vatandaşı yeni bir güne “Bugün başıma neler gelecek acaba?” diye uyanmamalı. Artık bu ülkenin genci de hayallerini huzur içinde kurabilmeli. İstediği yere gidip, istediği gibi yaşayabilmeli, eğlenebilmeli, hobi sahibi olabilmeli. Sadece günü kurtararak, ucu ucuna yaşanan ömre hayat denmiyor.

Her yeni güne ölerek değil, bir sonraki günü hayal ederek uyanmamız gerekiyor. Bunun için de yapılacak şey çok basit. Ev leş gibi olmuş, her yeri leş kokuları sarmış. Önce evimizi toparlayacağız, sonra kokuların kaynaklarını bulup temizleyeceğiz. Umarım bu seçimler Türkiye için yeniden diriliş olur. Parazitlerinden, asalaklarından kurtulmuş, yepyeni 100 yaşında ama genç, verimli topraklara, güzel denizlere sahip bu güzel ülke belki de sonunda bunu hak ediyordur.

Seçimi ben kazansam da Türk tipi ikinci Başkan olsam, ilk iş bir KHK ile ülkenin çıkışlarını bir aylığına kapatmak olurdu. Hoş, kaçan önce de kaçacak ama tedbiri de elden bırakmamak lazım.