Gelir düzeyi beyin yüzeyi
Yoksulluk, herkesin yaptığını yapamamak, içine hapsolduğu çemberi aşamamak, aşacak yolu arayıp bulamamak, bulacağından umudu kesmek, ve bir çok durumda net bir güçsüzlük ve eksiklik hissi demek.
Yoksulluk ve gelir eşitsizliği gündemin laf kalabalığı arasından sıyrılıp haber olabildiğinde gazetelerden sorular gelir: Bu durumun ruh sağlığına etkisi nedir? Çocukların büyüyüp gelişmesine engel olmaz mı? Cevabı apaçık olsa da nasılı nedeni üzerine yazıp çizdiklerimin çoğu yıllar içinde BirGün’de yayımlandı. Örneğin, buradaki ana yazıdaki bilgileri 2016’da aynı durumu inceleyen birkaç bilimsel yayının özeti olarak derlemiştim. Özellikle nakit transferiyle sağlanabilecek etkileri inceleyen güncel yayınları da bu yazıda ele almaya başladım.
TÜİKin gelir dağılımına ilişkin yıllık istatistikleri yayımlandı (2016). Üzerinde düşünmeye, konudan iyi anlayanlardan daha çok bilgi duymaya ihtiyaç var, ancak yorumculara da kulak vererek ilk öğrendiğim en üst %5’in geliri en alttaki %5’in 22 katı (2005’te 20 katıymış). Yoksul sayılan insanlarımızın oranı %30,3. Bölgeler arası eşitsizlik belirgin. Düşük gelirli kesimin başlıca zorlukları ise geçimin en temel birimleri olan konut masrafını karşılamakta ve borç taksitini ödemekte zorlanmaları. Eşitsizlik ve yoksulluğun değişik anlamları arasında beni en çok psikolojik, nörobiyolojik ve çocuk gelişimi açısından olan sonuçları ilgilendiriyor.
Yoksulluk, herkesin yaptığını yapamamak, içine hapsolduğu çemberi aşamamak, aşacak yolu arayıp bulamamak, bulacağından umudu kesmek, ve bir çok durumda net bir güçsüzlük ve eksiklik hissi demek. Yoksulluğun omurgasını paraca yoksulluk ve düşük eğitim düzeyi oluşturur.
Yoksul olduğunu söyleyen kişi bu kararı kendisinin bir önceki haliyle kıyaslayarak vermez. Kendisi ile bir tür ortaklığı olanlara bakarak yoksul olduğuna karar verir.
O sebeple, zengin ile fakir arasındaki gelir uçurumunun genişlemesinden kaygı duyanlara teselli mahiyetinde söylenen, ötekilerin (fakirler) gelirlerinin de aslında artmış olduğu gerçeği, fakirliğin tesellisi olamaz. Uçurum genişlerken, gelirlerin aritmetik olarak artmış olması, geçmişe bakıp da şimdiki haline şükredenleri bile, fakirliğin ruh halinden çekip çıkarmaya yetmez.
GELİR EŞİTSİZLİĞİ GEÇMİŞTEN MİRAS
Geçmiş demişken, 1400’lü yıllarda, Bursa’da, kadıların vefatlar sonrasında yaptıkları servet tespitleri sırasında ortaya çıkardıkları döküme bir göz atmak faydalı. Halil İnalcık’ın Osmanlı Tarihi kitabından:
Halkın %26’sının varlığı, 20 altından az. 58’i 20-200 altın arasında, %16’sı 200-2.000 altın arasında, %1,3’ü ise 2.000 altından yüksek bir varlığa sahip. Toplam nüfusun yaklaşık altıda biri epeyce iyi durumda (bunlara o zaman Beyaz Osmanlı mı deniyordu acaba)? Öteki Osmanlılar ise, değişik parlaklık (ya da matlık) düzeylerinde yaşayıp gitmekteler.
Altı yüz yıl öncesinin toplumsal bileşimini yansıtan bu sayılar, gelir uçurumlarının neredeyse aynı olduğu izlenimini vermiyor mu? Ama, uçurumların hep olmuş olması, uçurumların mevcudiyetini kanıksamamızın bir mazereti değil. Bu mazereti kabul etmemek için çok sebep var; en önemlisi, toplumun ve gelecek kuşakların ruhlarının yoksulluğun ve eşitsizliğin yarattığı karamsarlık ve yetersizlik duygularıyla kararmasını istemiyoruz.
Eşitsizlik toplumun ayarını bozar, gelir dengesizliğinin yarattığı öfke ve mutsuzluk kendine hedef arar. Düşük sosyoekonomik statüde olma “stresi” beyin dokusunda özellikle serotonin geninin çalışmasını ve amigdala fonksiyonunu bozarak negatif duyguya hassasiyeti artırmasıyla depresyonun gelmesini kolaylaştırır (Swartz vd, 2016).
Yoksulluğun insan gelişimine olan etkisini gösteren bu ve benzeri bilimsel yayınlar giderek artıyor, yoksulluğu ruh sağlığını tehdit eden bir toplumsal sorun olarak görmemiz gerektiğini düşündüren bulgulara dayanarak hazırladığım ve sunumdaki bilgilerin bir kısmını burada paylaşıyorum.
YOKSULLUĞUN BEYİN GELİŞİMİNİ BOZUCU ETKİSİ
1,099 çocuğun beyin görüntülerinin analizine bakılan önemli bir çalışma Nature Neuroscience’da yayımlandı (Noble vd, Mart 2015). Sonuçlar oldukça net: yıllık 25.000 dolardan az kazanan ailelerin çocuklarının beyin yüzölçümleri yılda 150.000 dolardan çok kazananlardan %6 daha küçük. Beyin kıvrımlarının çokluğu oranında artış gösteren beyin yüzölçümü bilişsel beceriler (öğrenme, muhakeme gibi) ile doğrudan ilişkili. Yoksulların kendi arasındaki kıyaslamalarda da gelir farklılıkları beyin boyutlarına yansıyor. Dil gelişkinliği ve karar mekanizmalarını ölçen bilişsel testlerdeki skorlar yıllık gelir düştükçe azalıyor.
Scientific American’daki yorum yazısında bir başka araştırmaya gönderme yapılıyor. 1 aylık siyah Amerikalı bebeklerle yapılan (Martha Farah vd) çalışmaya göre ailenin gelir düzeyi ile beyin gelişimi göstergeleri arasındaki bağlantı hayatın ilk ayında bile mevcut. Bu kadar erken bir etkiyi, daha bildiğimiz anlamda yaşamaya henüz başlamışken, yoksulluğu tam olarak “deneyimlememişken” ortaya çıkartan etkenler neler olabilir?
Düşük gelirli annenin beslenme biçimi, gebelik döneminde yaşayabileceği stres düzeyi, yaşama ortamlarında çevresel toksik maddelerin çokluğu gibi çevresel etkenler genetik yapı üzerinde anne karnından başlayarak yoksulluğun olumsuz etkilerini yaratarak beyin gelişimini aksatıyorlar.
Yoksulluğun bebeklerin beyin ve genel gelişimi üzerindeki etkilerini azaltmak için gebelik döneminden başlayarak “iyi” koşulların gerekliliğini gösteren bu bulgular bir yandan da moral bozucu. Henüz hayatın ilk haftalarındayken bile kendilerinden daha varlıklı (aileleri olan) bebeklere göre geriden gelen bir gelişim çizgisinde olan yoksul bebeklerin geleceği nasıl olacak? Koşulların düzeltilmesi ile tersine dönebilecek bir kötü gidişten söz edebilir miyiz? Bu düzeltmenin bir “en son” tarihi var mı?
ANNE-BABANIN, YOKSUL KALSALAR BİLE, GÜÇLENDİRİLMESİ BİR İŞE YARAR MI?
Anne-babanın güçlendirilmesi ve bebeğin beyin/zihin gelişiminin düzeltilmesi için yoksulluktan kurtarılmaları yeterli olacak mı? Anne-babanın yoksulluğu parasızlık ile ilişkili problemler ortaya çıkarmanın ötesinde, işsizlikle bağlantılı bir eksiklik olarak toplumda üretici bir rol oynayamama ciddi bir stres kaynağı. Anne-babanın bağımsızlığını bir türlü kazanamamışlığı ise “düşük statü”lü ruh durumunun stresini pekiştiriyor. Bu öyle bir stres ki, toplumun en altında olmanın, “sürü”den uzak düşmeye her an daha yaklaşmanın getirdiği bir yok oluş kaygısıyla beraberce yükseliyor. Stresin kimyasal iletkeni kortizol düzeyinin toplumsal statüsü düşük primatlardaki yüksekliğini insanlardaki depresif duygudurum bozukluklarında da sıkça görebiliriz. Kortizolün sürüp giden yüksekliğinin anne ya da babanın bellek ve muhakemesi üzerine olan negatif etkisi yanı sıra çocukta strese dayanıksızlık ve kolayca dağılabilme gibi etkileri var. Stres yoğunluğu ile karar mekanizmalarının zayıflaması arasındaki bağlantıyı aşmak küçük çocuk ve bebeklerde daha kolay olabilir; zamanın, yıpranmanın etkileri henüz devreye girmemişken.
“Küçük kalmış” bir beyinin ihtiyaçları karşılandığında olması gereken boyuta ulaşması mümkün değil mi? Tabii ki, mümkün. Anne-babasıyla keyifli oyunlar oynayabilen bir bebek düşünün. Duygusal ve bilişsel uyaranların hücre gelişimini uyarmasını bekleriz. Anne-babanın çocuklarıyla beraber zaman geçirmesi önerisinin tek hedefi de budur. Ancak her “çocuğunuzla zaman geçirin” deyişimizde iki soru karşımıza çıkar: Hangi zaman? Ne yapacağız? Gündelik koşuşturma yoksulluk koşullarında hayatta kalma mücadelesine döndüğünde zaman ve mekân kavramlarını kaybeden (vücudun stres alarmı vermesi için bir başka sebep daha) anne ve baba bebekleriyle ne yapacakları ya da ne yapmaları gerektiğini bilemez hale gelmiş olabilirler.
Yoksul anne-babaların donanım eksiklerinin giderilmesi ve öğrendiklerini uygulayabilecek zaman ve mekân düzenlemeleri çocuklardaki beyin boyutlarının ve dil/muhakeme mekanizmalarının “normalize” olması için ilk adımdır.
BEYİN GELİŞİMİNDE YOKSULLUĞUN KALICI ETKİLERİ NASIL ÖNLENEBİLİR?
Cehalet, kötü beslenme gibi klasik etkenler yoksul anne-babaların çocukları için gerekeni yapmaması karşısında aklımıza ilk gelen açıklama olabilir. Yoksulluk ile geçim derdi arasındaki farkı görmek lazım. Ellerine para geçtiğinde başka şeylere harcadıklarını görünce, bebeklerinin sağlığına önem vermediklerini düşünebiliriz. Yoksulların hayatlarına sahip olamaması, modern anlamdaki sorumlulukları takip etmemeleri bir aklın yetmemesi problemi midir?
Yoksullar sadece testlerde düşük performans göstermiyorlar; hayatlarına şöyle yukarıdan baktığınızda, gündelik hayatta hatırlamaları gereken şeyleri unutuyor, hayatlarını toparlamakta zorlanıyor, çocuklarına karşı doğru davranışları defalarca öğretseniz de uygulayamıyorlar. Kendi yararlarına olanı göremedikleri, kısa vadeli çıkarlarının peşinde koşup onları sömürenlere bir tür destek verdikleri için dudak bükmek, bu zaafları akıl vb eksikleri ile açıklamak kolay. Yoksulların zihinsel kapasitelerinin neredeyse geri dönüşü olmaz biçimde ortalamanın altına düştüğünü bu saptamaya eklediğimizde, daha çok eğitimin şart olduğunu, ama alınan eğitimin de pek bir işe yaramadığını söyleyen bir kanaatler dizisi içinde konuyu kaybederiz. Umutsuzluk zihnimize siner.
Cass Sunstein’ın blogundaki bir yazısında aktardığı araştırma yoksullar ve zekâ ilişkisine bakışımızı değiştirebilir. Araştırmanın birkaç deneysel aşaması var. İlk deneyde önce iki “finansal” problem iki ayrı gruba soruluyor, finansal problemlerin maliyetleri farklı; biri 500 öteki 1.500 dolarlık. İkinci aşamada bir zekâ testi uygulanıyor. Yoksul ve zenginler eğer test öncesinde 500 dolarlık (küçük) bir problemi çözdülerse, testlerde fark yok. Ancak kayıp riski daha yüksek olan 1.500 dolarlık (büyük) problemi çözen kişi eğer bir yoksul ise, sonrasında uygulanan zekâ testindeki skorları çok daha düşük. Üstelik, zengin ve yoksulların matematik becerileri arasında, ayrı bir ölçümde görüyoruz ki, hiçbir fark yok. Araştırmacıların vardığı sonuç: Daha yüksek finansal kayıp riski almak yoksulların zekâ testi performansını bozuyor. Bu sadece bir deney, belki gerçek hayata uymaz, diyebiliriz. Mullainathan ve Shafir’in Hindistan’da yaptıkları deneyin bir sonraki aşaması kuşkuculara yanıt arıyor.
Ürünlerin toplanmasından önceki dönem çiftçiler için maddi sıkıntıların en yoğun olduğu dönem. Harmandan sonra ise (ellerine bir miktar para geçtiğinde) bir süreliğine ferahlama oluyor. Hindistan’da yapılan çalışmada iki ayrı zaman diliminde uygulanan zekâ testlerinde yoksul çiftçilerin harmandan önceki performansları düşük, sonrası ise daha yüksek ölçülüyor. Arada yaklaşık 13 puanlık bir fark var. Aklı geçim derdinde olan çiftçilerin aklı, zekâ testinde ölçüldüğü şekliyle, adeta duruyor. Geçim derdi bir süreliğine olsun kalktığında aynı yoksulların zekâları “yükseliyor”.
Yoksulluk koşullarında hayatta kalma mücadelesi verenler, kapasitelerini zihinsel işlevlerine tam yansıtamıyorlar. Bu sadece bir zekâ testi sonuçları ile sınırlı kalmayan bir etki. Hayatın çapraşık ayrıntılarıyla başa çıkmak için gereken zihinsel kıvraklık yoksullukla başa çıkma mücadelesinin talepleriyle sınırlanınca, sorumluluklar, para ve kredi kartı kullanımı, çocukların ve kendilerinin sağlığına göstermeleri gereken özen, hepsi en kötüsünden gerçekleşiyor.
Yoksul kesimlerin kendi hayatlarına dönük sorumluluklarını yerine getirmeleri için yardımcı olunması yoksulluklarını azaltmaktan daha hızlı gerçekleştirilebilecek bir ilk adım. Sunstein’ın yazısındaki öneriler arasında kamu kaynaklarından yararlanabilmek için doldurulması gereken formları doldurmak için yardım etmek gibi basit yardımlar var. Yoksulluk, geçim sıkıntısı anne-babanın aklını tam kullanmasını engellediğinde, en basit konularda bile destek olmanın, sunulan kaynaklardan yararlanmak için yol göstermenin önemini akıldan çıkartmamalıyız.
NAKİT TRANSFERİ SORUN ÇÖZEBİLİR Mİ?
Önceki yazıları okuyanlar için tekrar olacak ama çocukların yoksulluğu daha sonraki yaşlardaki okul başarısını, maddi kazançları ve sağlığı çok olumsuz etkiliyor. Bu olumsuz etkinin doğrudan beyin gelişimi üzerinden mi, yoksa beyin gelişimini etkileyen başka aracı öğeler üzerinden mi olduğunu ayırt etmek zor. O zaman, yoksulluğu hafifletici uygulamalar tasarlarken müdahalenin neyi etkileyeceği ya da düzelteceği konusu en hassas kısım. Eğer yoksulluk beyin yapısının ve ilişkili bilişsel işlevlerin gelişimini bozuyorsa, yoksulluğu gidermek bu bozulmayı durdurur hatta tersine döndürebilir mi? Yoksulluğu doğrudan para vererek, anne-babanın kullanabileceği bir kaynak sağlayarak hafifletebilir ve etkilerini azaltabilir miyiz?
Kısacası, doğrudan para vermeye dayalı, gelire destek çıkmaya dönük “nakit transferi” uygulamalarının yararlı etkisi var mı? Net bir yanıt bulmak o kadar kolay değil, farklı bağlam ve kültürlerdeki sonuçlar birbirini tutmayabilir. Nakit transferi bir hayırseverliğin parçası olarak, yardım için yapılırsa başka, bir temel yurttaşlık hakkının sonucunda yapılırsa başka sonuçlar elde edilebileceği de söylenebilir. Tam cevabı düşünmeye ve araştırmaya açık. Örneğin, Meksika’da 2000’lerde yapılmış bir çalışmada yoksulların gelirlerini iyileştirmek 18 aylık bebeklerin dil ve bilişsel gelişimini olumlu etkilemiş (L Fernald vd, Lancet, 2008). Bir başka bulgu, beyin yüzeyi ile yoksulluk düzeyi arasındaki ilişkiyi ilk kez (2015) gösteren Noble ekibinin 2021’de PNAS’da yayımlanan makalesinde: Koşulsuz nakit transferi yapılan annelerin bebeklerinin 12. aydaki beyin dalgalarına bakıldığında, gelişimin hızlandığı dönemlerle ilişkilendirilen orta-yüksek frekanslı dalgaların yoğunluğunda net bir artış gözleniyor. Karşılaştırma anlamlı miktarda para verilen ile sembolik para transferi yapılanlar arasında. Beyin gelişimine olan bu olumlu etki özellikle dil, bilişsel ve sosyal duygusal gelişim ile bağdaştırılıyor
Bilimsel çalışmaların cilvesi, tam bulduk çözdük derken bir başka araştırma grubu işlerin bildiğiniz gibi olmadığını hatırlatıyor. Çok yakında ekonomi alanından yapılan bir ön yayında (Miller vd, 2024) doğrudan nakit transferinin ruh sağlığı ve stres üzerindeki olumlu etkisinin ilk yıldan sonra kaybolduğu bildiriliyor. Verilen paranın çocuklara gidip gitmediği sorusu havada kalırken, anne-babanın eğlence, besin gibi harcamaları yanı sıra sağlık harcamalarında ciddi artış olmuş. İkinci yıldaki verimlilik ve fayda düşüşü, paranın yerini bulup bulmadığını hangi zaman diliminde değerlendireceğimiz sorusunu getiriyor. Anne-babaların paranın biteceği endişesi, yardımın sürdürülüp sürdürülmeyeceğinden emin olmamaları ellerindeki parayı anlık, kısa vadeli ve bazen temel ihtiyaç sayılmayan yerlere harcamaları ister istemez marshmellow deneyini akla getiriyor. Örneğin, siyah çocukların beyaz öğretmenlerin varlığında ellerindeki şekerlemeyi yemekte acele etmeleri, ikincinin gelip gelmeyeceğini bilemediklerinde, buna güvenemediklerinde bir çözüm. Aileler hem hayatlarında bir seçim yapma şansı elde etmiş oluyorlar, hem de yardımın sürüp sürmeyeceğinden emin olamadıklarında eldekini sonuna kadar ve hızla tüketiyorlar. Yoksulluk otoriteye giderek yardım ve destek çabalarına güvensizlik doğuruyor. Herşeyin yoluna gireceği inancını korumak zorlaşıyor.