Google Play Store
App Store

Bundan yıllar yıllar önce Le Figaro gazetesi sekiz sütuna manşetten vermişti haberi: “Simone…”

Fransız halkı büyük bir evladını, büyük bir oyuncusunu, asıl önemlisi kahramanını yitirmişti; Le Monde da onların duygularına tercüman oluyordu. Simone Signoret ölmüştü çünkü. Adının ardından gelen o üç noktanın nasıl ve hangi duygularla doldurulacağı her ne kadar belirsiz olsa da, sanıyorum gayet açıktı: Simone Signoret, bir hayli yaşlı olarak ve eceliyle ölmüştü. Evet, eceliyle. Ne kadar da alışık olmadığımız bir sözcük.

Oysa biz aydın ve sanatçılarımızın doğal yollardan ölümüne pek alışkın bir toplum değiliz. Bu yetmiyormuş gibi bir de, huyumuz kurusun, hayatta olanları da süründürme yeteneğimiz bâki!


Hakkında arka masalarda fısır fısır konuşuruz, en ufak bir destek, sponsor, fon vs.’yi alırsa tozunu attırırız, yetmezse aç bırakırız. Kuru ekmeğe muhtaç ederiz. Kimi rant bahçelerini çeviren erbaplara hoş görünmeye çalışıp hakkı olana teslim edilmeyen sanatı karşısında sus pus oluruz. “Aman efendim, ceketimizi ilikleyip çıkalım karşılarına. Yeter ki, biz kötü olmayalım!” deriz. Çevirinin üstüne çökeriz. Yazarı hakir görürüz. Böylece kendi çapımızda gafiller olarak hayatımızı sürdürüp gideriz.

Daha geçen hafta memleketin en büyük ustası, “Oyunlarımızı sürdürmek için açıkhava sahneleri arıyoruz. Maalesef araştırdığımız kentlerde ya sahne yok, ya da belediye, kayyum, rektör sahneyi bize vermiyor!” dediğinde çekiliveririz kenara.

Oysa yazının konusu bu değil!

Bundan bir kaç hafta önce, senaryosunu kendisinin yazdığı, yönetmenliğini Selçuk Metin’in yaptığı, görüntü yönetmenliğini Uğur İçbak’ın üstlendiği, “Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam: Genco” belgeselinin prömiyerinde büyük bir topluluk ayakta alkışladı ustayı.

Tiyatro adına geçmişle hesaplaşmanın sunulduğu bir yapım vardı karşımızda. İstanbul sokaklarındaki değişimi, dönüşümü, şimdi yerlerinde yeller esen bir zamanların kapalı gişe oyunlar oynayan tiyatrolarını gösterirken ömrünü tiyatro sanatına gözünü kırpmadan adamış Genco Erkal’ın da tiyatro macerasına fener tutuyordu, besbelli.

Çünkü Genco Erkal, Türkiye’ydi. Memleketin alacalı tarihi onun da tiyatro geçmişinin tarihiydi.

Oysa yazımızın konusu bu da değil!

İLKELERİNDEN ASLA TAVİZ VERMEMİŞ

Genco Erkal’ın 60’ıncı sanat yılında Ayşegül Yüksel Hocamız, “Güneşin Sofrasında – Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu Serüveni” adıyla bir kitap kaleme alarak, ülkemizin sponsorsuz, bağımsız ve en uzun ömürlü tiyatrosunu incelerken aynı zamanda ilkelerinden asla taviz vermemiş, sırtını politik tiyatroya yaslayarak büyümüş, pek çok yerli ve yabancı metni ele almış, uyarlamalarla, özgün oyunlarla bizi sanatın düşünsel yanıyla buluşturmuş büyük bir tiyatro adamına da saygı duruşunda bulunmamızı sağlıyordu.

O, hiçbir zaman gerçek anlamıyla sanatın gücünü kullanan bir tiyatroyu ayakta tutmanın gündelik popülist söylemlere, isimlere, “star sistemine” dayanmadığını bildi. Ve bunu sanatta ışığı hiç sönmeyen bir yıldız olarak kalmayı başararak yaptı. Tiyatro için salt oyunculuğun değil, aynı zamanda sahnenin tüm unsurlarını (Yönetmen, çevirmen, yazar, dramaturg) layığıyla kullanarak seksenin üstündeki yaşına rağmen üstün bir performansla çıktı seyircinin karşısına. 1959’da “Çöl Faresi” oyununda başlayan tiyatro yaşamını tam 173 oyunla pekiştirdi. Dahası her yeni oyununun bir öncekinden daha fevkalade olması için çaba gösterdi. Zoru başardı da.

Oysa yazımızın konusu bu hiç değil!

Ne acı ki, konumuz Genco Erkal’a, yüz metrede tiyatro sanatımızın en büyük koşucusuna açılan dava… Konumuz, onu gözümüzden sakınırken geldiğimiz son nokta… Konumuz, doğadan, yaşamdan, haktan, adaletten yana bir sanatçıya reva görülenler… Konumuz, ahlaksız ticaretin, ilkesiz siyasetin, niteliksiz eğitimin, emeksiz zenginliğin, vicdansız hazzın, insaniyetsiz bilimin, gösterişe dayalı ibadetin, kanunsuz adaletin olduğu yerde bir sanatçıya yaşatılanlar…
Konumuz büyük. Konumuz geniş. Konumuz acılı. Konumuz hüzünlü.

Biz dirençten yana olmaya devam edeceğiz.