Google Play Store
App Store

“Gerçeğin bir gün ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır” sözünü kim söylediyse doğru söylemiş. Bu huyun ortaya çıkması bazen yargı yoluyla, bazen de belgesel ya da kurmaca sanat yapıtları aracılığıyla olabiliyor.

Gerçekleri karartamazsınız

Sanatın her dalı gerçeklerle yoğrulmuştur. Tiyatro’dan görsel sanatlara (özellikle fotoğraf ve karikatür) tüm sanatların, ama en başta sinema ve edebiyatın temel kaynağıdır gerçekler. Sinema sanatının iki büyük dalı, kurmaca ve belgeselde bunu görmek olası. Sinema tarihinin ilk filmi, Lumiere kardeşlerin Lyon’da bir fabrikadan çıkan işçi kadınları gösteren kısa belgeseli olurken, ondan kısa bir süre sonra Mélies “Aya Seyahat” ile kurmacanın ilk örneğini verdi. Yıllar içinde gelişen kurmaca anlatılar çeşitlendi; pek çok tür (genre) ortaya çıktı: komedi, melodram, serüven, polisiye, korku, savaş, pornografi, biyografi, bilim-kurgu v.b… Başta biyografi ve savaş filmleri olmak üzere pek çok yapıt gerçekleri yansıtırken, diğer türlerde de politik temaların sıkça işlendiğini, romanlardan yapılmş uyarlamaların sayısının epeyce fazla olduğunu biliyoruz. Zaten edebiyat, tıpkı sinema gibi, büyük ölçüde gerçeklere dayanan, bu gerçekleri yaratıcılıkla yoğuran bir sanat dalı değil mi?

Fantastik ve bilim kurgu yapımlarında teknolojik gelişmelerin etkisi göz ardı edilebilir mi? BirGün’de farklı tarihlerde yayımlanan ‘Gerçeklerden kurmacaya’, ‘Gerçeğin dört atlısı’, ‘Seçimsiz kalmayın’, ‘Sanat hayattan kopunca’ başlıklı yazılarımda (hepsine internette ulaşabilirsiniz) belgesel-kurmaca ilişkisi ve iki türün iç içe girdiği ‘hibrit’ yapıtlara ilişkin örnekler verdiğim için tarihe uzanmak yerine bu yılın Akademi (Oscar) adaylarından söz etmekle yetineceğim. 2025 Oscar’larının farklı dallardaki adaylarının belgesel dalı dışındakilerin tümü kurmaca. Ama içlerinde gerçeklerden kaynaklananların sayısı epeyce fazla. Hemen hepsi edebiyat yapıtlarından uyarlanmış.

TAM BİR BİLİNMEZ

Önce En İyi Film dalının adaylarına bakalım… On adaydan dördü gerçek öykülere dayanıyor. James Mangold’un Amerikalı ünlü şarkıcı Bob Dylan’ın yaşam öyküsünden bir kesiti yorumlayan “Tam Bir Bilinmez” (A Complete Unknown) adlı filmi Elijah Wald’un “Dylan Goes Electric!’ adlı kitabından uyarlanmış. Brady Corbet’nin “Brutalist”i ise gerçek yaşam öykülerinden esinlenmiş özgün bir biyografik yapıt. Filmin kahramanı Macar Yahudisi mimar  Laszlo Toth gerçek bir karakter değil, öykü tarihin karanlık bir dönemine, Nazilerin katliamlarından kaçarak ABD’ye, göç eden sanatçıların çektiği acılara tanıklık ediyor. Toth’un öyküsünü yazarken, Bauhaus ekolünde yetişen ve ABD’ye göç eden mimar Marcel Breuer’in ve Louis Kahn, Paul Rudaloph yaşam öykülerinden esinlendiğini söylüyor yönetmen. Amerika’da siyah çocukların konulduğu bir ıslahhanede yaşananları konu alan RaMell Ross’un “Nickel Boys”u,  Colson Whitehead’in aynı adlı romanından uyarlanmış. Kitapta Trevor Nickel Academy olarak anılan okulun gerçek adının ‘Dozier School’ olduğunu söylüyor Whitehead.  Brezilyalı usta yönetmen Walter Salles’ın “I’m Still Here” (Hala Buradayım) adlı filmi de muhalif politikacı Marcelo Rubens Paiva’nın anı kitabından uyarlanmış. Diktatörlük altındaki Brezilya’da ‘kayıplara karışan’ kocasının izini süren aktivist bir kadının etkileyici öyküsünü anlatıyor.

En İyi Film dalında olmasa da farklı dallarda Oscar adaylıkları alan beş filmi daha anmak isterim. Ali Abbasi’nin “Trump’ın Hikayesi”, R.J. Cutler’ın “Elton John: Never Too Late”, Pablo Larrain’in soprano Maria Callas’ın armatör  Onasis’le tutkulu ilişkisini anlatan “Maria” adlı biyografik filmlerinin yanı sıra, 1972 Münih Olimpiyatlarında İsrailli Sporculara yönelik saldırıyı bir televizyon ekibinin bakış açısından anlatan Tim Fehlbaum’un “5 Eylül”ü ve New York’daki Sing Sing Cezaevinde uygulanan ‘Sanat Yoluyla Rehabilitasyon’ (RTA) programı çerçevesinde bir oyunun hazırlık sürecini konu alan filmde rol alan mahpusların bir kısmı kendilerini canlandırıyor. Gerçeğin gücünü hissettiren bir yapım bu da…

EN İYİ BELGESELLER

2025 Oscar’larının En İyi Uzun Metrajlı Belgesel dalındaki beş adayı da etkileyici yapımlar. Brendan Bellomo‘nun “Porselen Savaş” güncel bir temayı, Ukrayna’daki savaşı konu alıyor. Savaşta aktif rol alırken bir yandan da mesleklerini sürdüren Ukraynalı seramik sanatçılarının öyküsü… Filmin mesajını tek bir cümle özetliyor: “Kırabilirsiniz ama yok edemezsiniz!”… Filistinli ve İsrailli sinemacılar, Basel Adra, Rachel Szor, Hamdan Ballal ve Yuval Abraham’ın birlikte yönettiği “Gidecek Yer Yok” (No Other Land) Filistin sorununu etkileyici bir anlatımla gündeme taşıyor. Julian Brave NoiseCat ve Emily Kassie’nin yönettiği “Sugarcane”, 19. yüzyıl sonunda Kanadalı yerlilerin asimilasyonu sürecinde yerli çocukların gönderildiği yatılı okullarda uygulanan katı kuralları ve cinsel tacizleri ve günümüzde bu topraklarda yaşayan yerlilerin bu gerçeklerle yüzleşmesini konu alıyor.

Shiori Ito, Eric Nyari ve Hanna Aqvilin’in “Kara Kutu Günlükleri” (Black Box Diaries), Japonya’da Başbakanın yakını meslektaşının cinsel tacizine maruz kalan bir genç gazeteci kadının 25 yaşından 33 yaşına uzanan mücadelesini anlatıyor. Bu mücadele ülkesindeki ataerkil yasaların değişmesini sağlayamasa da, genç kadınların korkularını yenip, konuşmalarının önünü açıyor. Johan Grimonprez’in “Sountrack to a Coup d’Etat”i de belgesel sinemanın ne olduğunu anlamak isteyenlerin kaçırmaması gereken bir başka yapıt. ABD’nin ve bazı Avrupa ülkelerinin Afrika kıtasındaki kaynakları sömürmek adına yürüttüğü kültür savaşını ve bu savaşta müzisyenlerin rolünü anımsatan etkileyici bir yaratıcı belgesel. Louis Armstrong, Duke Ellington, Dizzie Gillespie gibi caz müzisyenlerini Afrika ülkelerine iyi niyet elçisi olarak gönderen ABD’li politikacılar ve CIA, Nina Simone, Miriam Makeba, Miles Davies, Ella Fitzgerald gibi sanatçıların sömürgecilere karşı duruşundan hoşnut kalmıyor doğal olarak…

Film, 50’lerin ortasında dünya politikasına ağırlığını koyan Bağımsızlar hareketinin,  Nehru, Sukarno, Nasır, Tito, Castro, Nkrumah, Lumumba gibi liderlerinin yükselişine, Asya-Afrika bloğunun Birleşmiş Milletler’de en güçlü blok olarak ortaya çıkışına ve Kongo lideri Lumumba’nın bir darbe ile iktidardan düşürülmesine  -dönemin caz parçaları eşliğinde- tanıklık ediyor… Kruşçev’in BM’deki sözleri ile bitirelim: “Tarih sizi affetmeyecek”…